×
KÜLTÜR
23.09.2021
Çeviri: UĞUR ALTUNTAŞ

ANALİZ

Uluslararası İlişkiler Disiplini, Avrupamerkezcilik ve Irk

Ana akım Uluslararası İlişkiler, Batılı olmayan tarihi ve alternatif düşünceleri kanonundan büyük ölçüde çıkarmış ve çağdaş uluslararası düzenin yaratılmasında sömürgecilik ve dekolonizasyonun merkezi rolüne değinmekte başarısız olmuştur.
Polisler tarafından gerçekleştirilen ırkçı ve vahşet içeren davranışlara karşı dünya çapında görülen protestolar ve beyaz üstünlüğünü savunan kişilerin heykellerinin devrilmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve diğer birçok ülkede kamuoyu nezdinde bir hesaplaşmaya neden oldu. Bu hesaplaşma ise tüm vatandaşları ve hükümetleri sistemik ırkçılığın tarihsel mirası ve bu mirasın yarattığı kalıcı eşitsizliklerle yüzleşmeye zorladı. Ancak bu hesaplaşmanın bir benzeri Uluslararası İlişkiler (IR) akademik disiplini içinde yapılmamış ve böylesi bir hesaplaşma için çok geç kalınmıştır.

Ana akım Uluslararası İlişkiler, akademik bir disiplin olarak ortaya çıkmasından itibaren ideolojik veya coğrafi kökenleri hakkında tamamen dürüst davranmamıştır. Batılı olmayan tarihi ve alternatif düşünceleri kanonundan büyük ölçüde çıkarmış ve çağdaş uluslararası düzenin yaratılmasında sömürgecilik ve dekolonizasyonun merkezi rolüne değinmekte başarısız olmuştur.
 
Foreign Policy, alanında önde gelen düşünürlere Uluslararası İlişkiler disiplinin nasıl yetersiz kaldığını ve araştırma, öğretim ve uygulamanın nasıl değişmesi gerektiğini sordu.

Westphalia’yı Unut. Modern Devlet Sömürgecilikten Doğdu!
-Gurminder K. Bhambra, Profesör (Sussex Üniversitesi)-

Irk meseleleri genellikle iç meseleler olarak yani kimlik meseleleri veya kademelendirme (bir ülke içinde ödüllerin ve kaynakların farklı dağılımı) açısından ele alınır. Bu analiz kategorilerinin her ikisi de temel öneme sahip olmasına rağmen, genellikle ırk ve ırk farklılıklarının üretildiği uluslararası süreçleri ihmal etmeye eğilimlidirler.

Çağdaş siyasete genel olarak ulus-devlet merceğinden bakılır. Yaygın fakat bir o kadar da hatalı bakış açısıyla kökenleri 1648’de Avrupa’da ortaya çıkan egemen devletler sisteminde aranır. Modern devlet sisteminin tarihi de sıklıkla 18. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Amerikan ve Fransız Devrimleri’nin etkisine odaklanır. Bu aynı zamanda, bazı Avrupa devletlerinin dünyanın diğer bölgelerinde ve o bölgelerin ırksal terimlerle nitelenen nüfusları üzerindeki hakimiyetlerini pekiştirdiği sömürgeci yayılma ve yerleşme dönemidir. 

Bu dışsal tahakküm, nadiren de olsa modern devlet –bu durumda, ulusal olduğu kadar emperyal- denilen yapının kurucu özelliği olarak betimlenir veya kuramsallaştırılır. İmparatorluğun ırk temelli hiyerarşileri, ulus-devletin ötesinde daha geniş bir politikayı tanımlamaktadır. Öyle ki dekolonizasyondan sonra, ancak son zamanlarda ulusal hale gelebilen devletler içinde vatandaşlık temelli eşitsizlikler ortaya çıkmaya devam etmiştir.

Örneğin İngiltere 1948 yılında, Birleşik Krallık’ta ve sömürgelerdeki tüm bireyler için ortak vatandaşlık ve bu vatandaşlık sistemi için yasalar çıkarırken emperyal politikalarında üyeler arası bir ayrım gözetmedi. Ancak imparatorluk geri çekilirken vatandaşlık hakkı da ırksal sınırlara göre daraltıldı. Düşmanca çevre politikası olarak adlandırılan yasal önlemlerin ışığında, beyaz olmayan İngiliz Milletler Topluluğu’ndan Birleşik Krallık’a taşınanlardan vatandaşlık haklarını kanıtlamaları istendi ve bunu yapmadıkları takdirde Windrush skandalı olarak bilinen, sınır dışı edilme ile yüzleşmek zorunda bırakıldılar.

Irk, ulus-devletlere dışarıdan giren bir faktör değildir. Tam aksine emperyal politikaların sonucu olarak ortaya çıktıktan sonra bir ayrımcılık konusu olarak ele alınmaktadır ve bu politikalar ırk temelli hiyerarşileri yeniden üretmeye devam etmiştir. Uluslararası ilişkiler disiplinin akademisyenleri ve uygulayıcıları, modern devletlerin oluşumunu incelerken onu ortaya çıkaran sömürge tarihini de ciddiye almalıdır. Bunu yapmamak yalnızca entelektüel bir hata olmakla kalmayacak aynı zamanda mevcut siyasetin -ırk siyaseti de dahil- doğası ve olanakları üzerinde derin sonuçlar doğuracaktır.

Liberalizm Modern Demokrasiyi Oluşturmadı. Onu Ezilenlerin Aktivizmi Ortaya Çıkardı! 
-Randolph B. Persaud, Doçent (Amerikan Üniversitesi)-

Haziran ayının son haftası, üç farklı kurumda yapılan tarihi bazı etkinlikler ile sonlandı. İlk olarak akademide, Woodrow Wilson’ın adı Princeton Üniversitesi Kamu ve Uluslararası İlişkiler Okulu’ndan kaldırıldı. Yönetimde ise Missippi Yasama Meclisi, Konfederasyonun savaş bayrağını kendi eyalet bayrağından kaldırmak için oy kullandı. Son olarak eğlence sektöründe ise ünlü aktör John Wayne’in adının ve portresinin California’da, Orange County’deki havalimanından kaldırılması için önemli bir çaba harcandı. Bu gelişmeler, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki iç toplumsal düzen ve daha geniş anlamda dünya düzeni hakkında çok şey ortaya koymaktadır. Gerçekten de Uluslararası İlişkiler teorisyenleri klasik liberalizme eşlik eden çok sayıda istisna ve duruma daha fazla uyum sağladıklarında, bunun Uluslararası İlişkiler teorisi içinde yankıları görülmeye başlar. 

Euroliberalizm olarak adlandıracağım şeyin temel unsurları arasında yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkı yer alır, ancak sadece bunlarla sınırlı değildir. Bunların yanında kimliksel özelliklere bakılmaksızın kanun önünde eşitlik ve rasyonel hoşgörü ilkeleri de bulunur. John Mearsheimer, The Great Delusion eserinde Uluslararası İlişkiler teorisiyle ilgili liberal eğilimlerin yanı sıra çoğu ırkçılık ve medeniyet tarafgirliğine dayanan istisnai yaklaşımları da detaylandırıyor. 

Avrupalı filozofların parlak söylemlerine ve başkanların / yöneticilerin açıklamalarına rağmen Hindistan’dan Güney Afrika’ya ve Amerika’nın güneyine kadar demokratik yönetişim, daha güçlü bir sınıfın veya grubun hegemonyasına tabi olan -özellikle de sömürülen ve siyah karşıtı ırkçılığa maruz kalan- madun nüfusların aktivizmi veya faaliyetleri yoluyla ortaya çıkmıştır.

George Floyd’un öldürülmesi ve bu olayın yol açtığı değişim hareketi, demokrasinin demokratikleştirilmesinde tarihi bir ana işaret etmektedir. Liberal demokrasilerde kilit bir kurum olan polis güçleri, şimdi reform yapmaya ve Amerikan tarihinin büyük bölümünde sergiledikleri ırk düşmanlığını terk etmeye zorlanıyor. Polis ırkçılığına ve vahşetine karşı hareket şimdiden küreselleşmiş durumda. Kendini demokrasinin demokratikleşmesine adamış sosyal güçler, vatandaşlığın siyasi ve kültürel içeriğini yeniden ele alıyor. Böylelikle Almanya ve Fransa’dan Endonezya ve Brezilya’ya tüm ötekileştirilen kesimler, demokratik toplum inşasında sivil sorumluluğu ve halk temsilini yeniden tanımlama konusunda tüm ilerici sosyal güçlerle birleşiyorlar.

Uluslararası sistemi, var olan herhangi bir demokratik yönetişim düzeyini benimsemeye zorlayanların, küresel madunlar ve tarihsel olarak ötekileştirilmiş halklar olduğunu iddia ediyorum. Sayısız kurtuluş savaşı ve sömürgecilik karşıtı/ırkçılık karşıtı mücadeleler, demokrasilerin üzerine inşa edildiği temeller olan siyasi bağımsızlık ve ulusal egemenlik düşüncesini üretmiştir. Madunlar, “bazıları için özgürlük” fikrini “herkes için özgürlük” pratiğine dönüştürerek küresel liberalizmin çelişkilerini düzeltmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Uluslararası İlişkiler’deki Avrupamerkezcilik Entelektüel Irkçılığın Bir Formudur!
-Karen Smith (Leiden Üniversitesi)-

Uluslararası İlişkiler, ırk konusunu ihmal etmesine benzer şekilde, dünya hakkında Batı kaynaklı ve Avrupa merkezli bir tarih anlayışına uygun olmayan alternatif düşünme biçimlerini de göz ardı eder ve önemsemez. 

Batı dışından gelen fikirler, Uluslararası İlişkiler alanında coğrafi kökenleri nedeniyle daha düşük ve daha değersiz olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu alternatif düşünme biçimleri Uluslararası İlişkiler disiplinini yönlendiren ve koruyan bekçiler tarafından uygun görülen teorik dile uygun şekilde ifade edilmemiştir. Ayrıca Uluslararası İlişkiler çalışması için ideal kaynaklar olarak kabul edilen, tanınmış akademik dergi veya kitap formunda yayımlanmamıştır. 

Tüm bunlara ek olarak Batı’nın ötesinde düşünce üreten bilim insanları, küresel ekonominin doğasını da yansıtan bir şekilde (…) sadece hammadde sağlama rolüne uygun görülmüşlerdir. Bu ham verilerin daha gelişmiş, daha soyut bilgi biçimlerine dönüştürülmesi, Batı’nın ayrıcalığı olarak kabul edilmiştir. Örneğin, Batılı bilim insanları Afrika devletlerini genellikle Avrupa devlet teorileri tarafından geliştirilen kriterlere göre değerlendirir. Alternatif Afrika devlet anlayışlarını dikkate almak yerine, yerel bilim insanlarına sadece konuyla ilgili verileri sağlama konusunda güvenir ve başvurur.

Sonuç olarak öğrencilerin Uluslararası İlişkiler disiplininde okudukları çalışmaların çoğu, dünya halklarının çok küçük bir azınlığı tarafından yazılmaya devam ediyor. Tüm değerli fikirlerin Batı’da ortaya çıktığı varsayımı Pınar Bilgin ve Siba Grovogui gibi akademisyenlerin iddia ettiği gibi yalnızca dışlayıcı değil, aynı zamanda yanlıştır. Bu yanlışın da bir tür entelektüel ırkçılık oluşturduğu kabul edilmelidir. 


Foreign Policy’de 3 Temmuz 2020 tarihinde “Why Is Mainstream International Relations Blind to Racism?” başlığıyla yayımlanan yazıyı Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.