×
KÜLTÜR

ANALİZ

Batı’yı Bölen Ne?: Jeopolitik mi İdeoloji mi?

Bir zamanlar paylaşılan değerler ve stratejik çıkarlarla birleşen Batı, ideolojik çizgiler boyunca giderek daha fazla parçalanıyor. Şimdi illiberal politikacıların yıllardır yaptığı gibi liberaller de ortak bir demokratik vizyon oluşturmak için küresel diyaloğu teşvik etmek zorunda.
ABD BAŞKAN YARDIMCISI JD Vance'in Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansı'ndaki düşmanca konuşmasının ve Başkan Donald Trump'ın aynı ayın sonlarında Oval Ofis'e yaptığı ziyarette Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenski'ye yönelik utanç verici muamelesinin ardından, en saf Avrupalılar bile çarpıcı bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı: Trump yönetimindeki ABD artık onların yanında değil.

Elbette Trump'ın öngörülemezliği, özellikle açıkça hayran olduğu güçlü liderler söz konusu olduğunda, ani geri adımlara ve politik dönüşlere alan bırakıyor. Vladimir Putin'e yönelik son eleştirileri, Rusya başkanının Ukrayna'da ateşkesi kabul etmeyi reddetmesinden kaynaklanan hayal kırıklığını gösteriyor. Benzer şekilde Trump, İran'a yönelik girişimleri ve Körfez ülkeleriyle yaptığı milyarlarca dolarlık AI çip anlaşmalarının gösterdiği gibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'dan da gözle görülür şekilde uzaklaştı.

Bununla birlikte, transatlantik ittifakın özellikle zor bir döneme girdiği aşikar. İttifakın durumu, Trump'ın ilk döneminde olduğundan daha kötü. Yeni dönemde Trump'ın saldırıları artık sadece belirli Avrupa ülkeleri ve liderleriyle sınırlı değil, Avrupa Birliği'nin kendisine kadar uzanıyor. AB'yi hor görüyor. AB’yi, kendi milliyetçi dünya görüşüyle temelde uyumsuz, ulusüstü, liberal bir proje olarak işaretliyor. Trump'ın gözünde, AB ve NATO uzun zamandır Avrupa ülkelerinin ABD'den faydalanmasını sağladı.

Bugün ortaya çıkan transatlantik bölünmeyi jeopolitik olarak görmek yanıltıcı. Bölünme ideolojik. Bir tarafta Trump ve Avrupa'daki müttefikleri tarafından yönetilen hoşgörüsüz, aşırılıkçı bir proje var; diğer tarafta Batı'yı 1945'ten beri yönlendiren on sekizinci yüzyıl Aydınlanma ilkelerine dayanan liberal demokrasiyi korumaya kararlı olanlar var.

Trump'ın yönetimi ve destekçileri, milliyetçi popülizmden Silikon Vadisi liberteryenliğine kadar uzanan ve Avrupa'da yankı bulan fikirleri teşvik ediyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Slovakya Başbakanı Robert Fico, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni (Meloni, 2022'de göreve geldiğinden beri söylemini yumuşatmış görünüyor) ve çeşitli muhalefet partileri gibi liderler benzer otoriter görüşleri savunuyor.

Diğer taraftan Rumenler yakın zamanda aşırı sağcı aday George Simion'u, AB yanlısı liberal rakibi Nicușor Dan lehine reddettiler, ancak Avrupa'nın siyasi manzarası hala değişken. Polonya'daki seçmenler yakında aşırı sağcı Hukuk ve Adalet Partisi tarafından desteklenen bir cumhurbaşkanı seçebilirler. Rusya'nın bölge ülkelerine müdahalesi -özellikle Romanya seçimlerinde- yaygın ve belgelenmiş durumda. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Ocak ayında belirttiği gibi, aşırı sağcı popülist güçlerin küresel ittifakı, "karanlık bir enternasyonalin" ortaya çıkışını yansıtıyor.

Avrupa'nın siyasi ayrışmasının diğer tarafında liberal demokrasiyi savunma hedefinde olan liderler var: Macron, Almanya Başbakanı Friedrich Merz, İngiltere Başbakanı Keir Starmer (partisinin son ezici zaferi Muhafazakar Parti'nin 14 yıllık iktidarını sona erdirdi), Polonya Başbakanı Donald Tusk ve Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen. ABD'deki en yakın ideolojik dostları arasında merkezci Cumhuriyetçiler ve ılımlı Demokratlar yer alıyor. İlki siyasi haritadan büyük ölçüde silindi; ikincisi ise Trump'ın yeniden seçilmesinin ardından yönünü kaybetmiş, parçalanmış ve lidersiz durumda.

Liberal-demokrat kamp yeniden toparlanmaya çalışırken, onun otoriter muhaliflerinin çok daha koordineli oldukların görünüyor. Yıllardır, Atlantik'in her iki yakasındaki aşırı sağcı entelektüeller ve politikacılar, göç ve Batı'nın algılanan ahlaki çöküşü gibi ortak şikayetler konusunda sık sık ve yoğun tartışmalara girdiler. Fransız yazar ve komplo teorisyeni Renaud Camus (özellikle onun "Büyük Yerine Koyma" komplo teorisi) Amerikan aşırı sağı ve Trump yanlısı MAGA politikacıları tarafından geniş çapta benimsenmiş vaziyette.

Şimdiye kadar, transatlantik bir "popülist enternasyonal" kurma çabaları yalnızca sınırlı bir ilerleme sağladı. Bunun başlıca nedeni bu grupların pratik çıkarlarının sıklıkla çatışıyor olmasıydı. Ancak bu çıkar çatışması, Trump'ı Avrupa'nın radikal sağından önemli isimleri (Reform UK lideri Nigel Farage, Fransız aşırı sağından Reconquête lideri Éric Zemmour ve Almanya İçin Alternatif Partisi’nden Alice Weidel dahil)  göreve başlama törenine davet etmekten alıkoymadı. Birçok açıdan, Trump'ın kendisi, bu farklı hareketleri birbirine bağlayan sembolik bir figür olarak hizmet ediyor.

Liberal düşünürler, otoriter rakiplerinin stratejik odak noktasından yoksun. Onlarca yıldır Batı demokrasileri arasındaki ilişkiler, siyasi liderlerin resmi ziyaretler sırasında ortak demokratik değerleri teyit etmeleriyle ve yerleşik kanallar / kurumlar aracılığıyla doğal olarak gelişti. Eski ABD Başkanı Joe Biden'ın D-Day'in 80. yıldönümünde Normandiya sahillerinde yaptığı ve özgürlük ve demokrasinin erdemlerini övdüğü coşkulu konuşması bunun başlıca bir örneğiydi.

Liberal değerler Batı liderliğindeki uluslararası düzenin temelini oluşturduğu için, demokrasi ve insan haklarının önemi hakkında derin bir düşünceye veya tartışmaya pek ihtiyaç yok gibi görünüyordu. Liberalizm bir akvaryumdaki su gibiydi: Hayati, ancak balıklar için görünmezdi. Batılı akademisyenler, yazarlar ve ana akım yorumcular, altta yatan varsayımlarını sorgulamadan bu çerçeve içinde hareket ettiler.

Trump, Orbán ve diğer aşırı sağcı demagogların yükselişiyle, bu varsayımlar artık göz ardı edilemez. Liberal demokratlar temel ilkelere geri dönmek ve acilen ABD’li, Avrupa'lı ılımlılar arasındaki diyaloğu acilen canlandırmak zorunda. Sembolik jestlerin ve ahlaki desteğin ötesinde, siyasi liderler çapraz etkileşimi teşvik etmek ve gelecek için ortak bir demokratik vizyon oluşturmak üzere benzer düşünen entelektüeller, gazeteciler ve politika yapıcılarla etkileşime girmeli.

Tartışılacak çok şey var: Genç seçmenler, karizmatik güçlü liderlerin cazibesine karşı demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün kalıcı değerine nasıl ikna edilebilir? Uluslararası ticaret sistemini baltalamadan veya iklim değişikliğini hızlandırmadan işçileri destekleyen ekonomik politikalar nasıl tasarlanabilir? Liberaller göç baskılarına nasıl yanıt verebilir? Bu konuların Atlantik ötesi tartışması, liberal idealleri canlandırmada ve önümüzdeki yıllarda demokratik yönetimi savunabilecek siyasi platformlar geliştirmede hayati bir rol oynayabilir.


Bu yazı, Project Syndicate’te 22 Mayıs 2025 tarihinde “What Is Dividing the West?” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.