×
ARAP DÜNYASI
28.06.2025

ANALİZ

Ortadoğu'da Yeni Güç Dengesi: Amerika, İran ve Yükselen Arap Ekseni

Son yıllarda İsrail’in bölgede düzenlediği seri saldırılarla bölgenin rakipsiz gücü olma iddiasında bulunmasının ardından, Arap devletleri ve İran (ve ayrıca Türkiye) bölgede yeni bir güç dengesi kurmak için kendi aralarında ortak bir ittifaka ihtiyaç duyuyorlar.
7 EKİM 2023, Orta Doğu’da şekillenen yeni bölgesel düzen için tarihsel bir dönüm noktası gibi duruyor. Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'e düzenlediği saldırılar ve ardından İsrail’in sürdürdüğü şiddet ortamı, sonrasında yeni Trump yönetiminin bölgeye yönelik politik yaklaşımı, Orta Doğu’da bölgesel güç dengesinin ne kadar değiştiğini gösteriyor.

Gazze'deki savaş ortamı Orta Doğu'nun jeopolitik manzarasını değiştirdi. 7 Ekim saldırısından önceki yıllarda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve diğer Körfez ülkeleri, İsrail ile birlikte, İran ve onun vekil güçler ittifakının bölgenin en büyük tehdidi olduğu algısını paylaşıyordu. Bu nedenle körfez ülkeleri, ilk Trump yönetiminin Tahran'a yönelik "maksimum baskı" kampanyasını desteklediler ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye başladılar. Bugün durum önemli ölçüde değişti. Savaşın yirminci ayında Tahran, Arap dünyası için daha az tehdit olarak görünüyor. Bu arada İsrail giderek bölgesel bir hegemon [hatta yeni büyük tehdit] olarak görünüyor. 

Bu gelişmelerin ortasında, Washington'un Arap müttefikleri ve İsrail artık yeni bir nükleer anlaşmanın değerleri konusunda zıt kamplarda yer alıyor. İsrail hala bir anlaşmayı İran için bir can simidi olarak görüyor ve Trump yönetimini bunun yerine İran'ın nükleer tesislerini yok etmek için askeri eylemde bulunmaya sevk ediyor. Körfez ülkeleri ise tam tersine, kapılarının önünde yeni ve kontrol edilemez bir savaştan endişe duyuyor. Tahran ile diplomatik bir çözümün bölgesel güvenlik ve istikrar için hayati önem taşıdığını düşünüyor. Ayrıca İsrail'in dizginlenemediği, serbestçe hareket ettiği bir Orta Doğu yaratmaktan da çekiniyorlar. Dahası İsrail ile normalleşmenin de böyle bir Orta Doğu geleceği üretmesinden endişeliler. Körfez ülkeleri, İsrail ile İran arasında yeni bir denge sağlama çabalarında, Trump'ın yeni bir nükleer anlaşma için yaptığı baskıda birincil oyuncular haline geldiler. ABD ile birlikte, yeniden yapılandırılmış bir bölgesel düzenin dayanak noktası olmayı hedefliyorlar.

Basınç hatası

Körfez ülkelerinin İran konusundaki değişimlerinin boyutunu kavramak için, Suudi Arabistan ve BAE'nin on yıl önce yapılan ilk ABD-İran nükleer anlaşmasına verdiği tepkiyi hatırlamak önemli. İran ve ABD, Temmuz 2015'te Ortak Kapsamlı Eylem Planı'nı (JCPOA) imzaladığında, Körfez ülkeleri, İsrail'in bunun İran'ın bölgesel etkisini artıracağı yönündeki endişesini paylaşıyordu. O zamanlar, Arap dünyası, bir zamanların güçlü yöneticilerini deviren; Libya, Suriye ve Yemen'de iç savaşlara yol açan 2010-11 Arap Baharı sırasında yaşanan halk ayaklanmalarından toparlanma çabasındaydı. İran, bu kargaşadan yararlanarak Arap Yarımadası'ndan Levant'a kadar uzanan bir etki alanı oluşturdu. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Mart 2015'te ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmada, "İran artık dört Arap başkentine hakim - Bağdat, Şam, Beyrut ve Sanaa." dedi. Körfez Arap devletleri, İsrail gibi, ABD'nin nükleer anlaşma için bastırırken İran ve vekillerinin oluşturduğu, giderek büyüyen bölgesel tehdidi görmezden geldiğinden endişeleniyordu. Netanyahu'nun konuşmasıyla aynı ayda, Suudi Arabistan, İran'ın etki alanını Arap Yarımadası'na doğru genişleten isyancı grup Husilere karşı Yemen'de askeri bir müdahaleye öncülük ettiğini duyurdu. 

O zamanlar, İsrail ve Washington'ın Körfez müttefikleri, İran'ın Orta Doğu'daki olası hegemonyasını abartmış olabilirler, ancak Arap dünyasındaki kargaşanın bölgesel güç dengesini İran'ın lehine çevirdiği inkar edilemezdi. Orta Doğu'daki muhaliflerine göre, JCPOA yalnızca İran'ın nükleer yetenekleriyle ilgili değildi, aynı zamanda İran'ın göreceli etkisiyle de ilgiliydi. Anlaşmanın şartlarına göre, İran sadece nükleer programını sınırlamayı kabul ettiği için yaptırım muafiyeti aldı; bölgedeki vekil güçlerini dizginlemesi gerekmiyordu. Sonuç olarak, anlaşma ülkenin nükleer silah arayışını kısıtlarken bile İran'ın nüfuzunu artırma fırsatı sunuyordu. Arap devletleri İsrail ile birlikte, anlaşmadaki bu kusuru vurgulamak için büyük bir diplomatik çaba harcadı. Bu kapsamda, Kongre üyelerine yönelik agresif bir lobi kampanyasına giriştiler (Netanyahu'nun 2015’teki Kongre konuşması, bu agresif lobi kampanyanın sembolik bir işaretiydi); anlaşmaya karşı acımasız bir kamuoyu ve medya kampanyası düzenlediler.

Trump, ilk yönetimi sırasında anlaşmayı eleştirenlerle aynı fikirdeydi. ABD, 2018'de JCPOA'yı tek taraflı olarak terk etti ve İran'ı "maksimum baskı" altına aldı ve ekonomik yaptırımlar uygulamaya başladı. O zamanlar Trump yönetimi, bu baskının İran'ı zayıflatacağını; bölgesel etkisini küçülteceğini ve bu durumun, İsrail ve Washington'ın Arap müttefiklerine odaklanan yeni bir bölgesel düzen için kapı aralayacağını düşünüyordu. Trump yönetimi, o zamanlar, genişletilmiş Arap-İsrail güvenlik ve istihbarat iş birliğini teşvik etti. Bu, İsrail ile Bahreyn, BAE ve ardından Fas, Sudan da dahil olmak üzere bir dizi Arap ve Kuzey Afrika devleti arasındaki ilişkileri normalleştiren 2020 İbrahim Anlaşmaları'yla sonuçlandı. Ayrıca ilk Trump yönetimi, İran'ın bölge genelindeki vekil güçlere verdiği desteğe karşı daha sert bir tutum takındı. 2020'de İran Devrim Muhafızları lideri General Kasım Süleymani'yi Bağdat'ta suikastle öldürmek gibi oldukça sıra dışı bir karar aldı. 

ABD'nin İran'a yönelik sert stratejisi Başkan Joe Biden döneminde de devam etti. Beklentilerin aksine, Biden yönetimi JCPOA'yı geri getirmedi ve İran ile etkileşime girmekten kaçındı. Ta ki, İran, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum birikimini hızlandırarak bahis yükselttiğinde görüşmeleri kabul etti. Biden'ın odak noktası, tıpkı Trump'ınki gibi, Arap-İsrail eksenini oluşturmaktı. Dolayısıyla İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, Biden'ın Orta Doğu politikasının yol gösterici yıldızı haline geldi. Biden yönetimi, Hamas'ın 7 Ekim saldırısı sırasında, bölgeye kalıcı barış getirecek bir İsrail-Suudi Arabistan anlaşmasının eşiğinde olduğunu düşünüyordu.

İsrail serbest bırakıldı

Olaylar, kısa sürede bu varsayımın korkunç derecede yanlış olduğunu ortaya koyacaktı. Trump-Biden stratejisi bölgesel gerginlikleri daha da kötüleştirdi. İran, ABD baskısına nükleer programını genişleterek ve Körfez ülkeleriyle savaşlarında Yemen'deki Husilere verdiği desteği artırarak yanıt verdi. Ayrıca 2019'da doğrudan ABD ve Körfez çıkarlarına, özellikle Suudi petrol tesislerine saldırmaya başladı. Körfez ülkeleri 7 Ekim saldırısından önce bile Washington'ın stratejisine olan güvenini kaybetmişti. Mart 2023'te Suudi Arabistan, Çin'in arabuluculuğunda yapılan bir anlaşmayla İran'la ilişkileri normalleştirmek için safları bozdu. Bunun hızlı bir şekilde sağladığı faydalardan biri, Suudi Arabistan ve BAE'ye yönelik Husi saldırılarının sona ermesiydi. Körfez ülkeleri İsrail ile bağları genişletmeye kararlıydı, ancak İran ve İsrail arasında bir denge sağlamak zor olacaktı.

Sonra Hamas'ın saldırıları ve İsrail'in Gazze'deki yıkımı savaşı geldi. Bu da İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki normalleşmeyi rayından çıkardı. İran tarafından desteklenen, Lübnan'daki Hizbullah ve Yemen'deki Husiler de dahil olmak üzere yeniden canlanan bir "direniş ekseni", Hamas'la birlikte İsrail-Suudi Arabistan normalleşmesi olasılığını varoluşsal bir tehdit olarak gördü ve İsrail ile açık bir savaş durumuna geçti. Biden yönetimi, bu yeni bölgesel çatışmanın İsrail-Körfez devletleri arasındaki güvenlik ittifakı sürecini güçlendireceğini varsaydı. Ancak Körfez devletleri bu bölgesel çatışmaya sürüklenmeye isteksizdi. Ocak 2024'te Biden, Kızıldeniz'deki uluslararası nakliyeye yönelik Husi saldırılarına askeri olarak yanıt vermeye karar verdiğinde, Suudi Arabistan ve BAE, gruba karşı yıllardır verdikleri mücadeleye rağmen, askeri harekata dahil olmaktan özenle kaçındılar. Arap devletleri ayrıca, Arap kamuoyunda Gazze halkına yönelik muamele konusunda büyüyen öfkeyi de hesaba katmak zorunda kaldılar. Bu, Arap-İsrail güvenlik ittifakını rafa kaldırdı. 

Sonra, 2024 sonbaharında, bir dizi İsrail suikasti, savaşın gidişatını değiştirdi. Eylül ayı sonlarında İsrail, örgütün uzun süredir liderliğini yapan Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere Hizbullah'ın üst düzey liderlik kadrosunu hedefli bir bombalı saldırıda ortadan kaldırdı. Bu saldırı, grubun komuta ve kontrol yapısını patlayıcı çağrı cihazları kullanarak yok eden bir operasyonun hemen ardından gerçekleşti. Ertesi ay, İsrail güçleri 7 Ekim saldırısının beyni olan Hamas lideri Yahya Sinvar'ı öldürdü. Ve Aralık ayı başlarında, uzun süredir yakın bir İran müttefiki olan Beşşar Esad'ın Suriye rejimi çöktü. 

Yıl sonuna doğru, direniş ekseni zayıfladı ve Tahran kendisini Levant'tan büyük ölçüde kopmuş halde buldu. İran'ın kendi anavatanını savunması bile zor görünüyordu. 2025’in ilk yarısına gelindiğinde, Netanyahu hükümeti, İsrail'in güçlü bir destekçisi olan Trump'ın Beyaz Saray'a dönüşünü, İran'a kesin bir darbe indirmek, nükleer tesislerini yok etmek ve ekonomik altyapısını tahrip etmek için nadir bir fırsat olarak gördü. Bu saldırı İran rejimini uçurumun eşiğine getirmiş durumda.

İran dengede

Yeni dönemde Trump, İsrail’in bölgesel hırslarının peşinde askeri saldırı yolunu denese de Amerika’yı maliyetli bir savaşa sürükleyeceği endişesiyle diplomasi vurgusu yapıyor. Trump şimdi, ilk döneminde reddettiği şeyin yeni bir versiyonunu, yani nükleer anlaşmayı zorluyor. Bu konuda, daha önceki anlaşmaya karşı çıkmalarına rağmen şimdi İran'la diplomasiyi savunan Körfez ülkeleri tarafından destekleniyor. Trump göreve geldiğinden beri Umman, Katar, Suudi Arabistan ve BAE savaşa karşı tavsiyelerde bulundular. Dahası, Tahran ile Washington arasında aracı ve arabulucu olarak hareket ettiler. Bu değişimin en belirgin nedeni, Körfez'deki savaşın ekonomilerine vereceği zarardan duydukları korkusuydu. Daha temelde ise Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, nükleer anlaşmayı, Orta Doğu'da hem İran hem de İsrail’in dizginlendiği yeni bir güç dengesi oluşturmanın ana merkezi olarak görüyorlar.

Körfez'in İran anlaşmasına verdiği destek kısmen İsrail'in bölgedeki kendi değişen pozisyonuyla alakalı. İsrail, Gazze'deki saldırısını sürdürürken bölgede yeni bir hegemon olarak ortaya çıkmaya başladı. İsrail, mutlak askeri üstünlüğüne güveniyor ve bunu Orta Doğu üzerinde hakimiyet kurmak için kullanmaya hazır. Netanyahu yönetimi, Gazze işgalini genişleterek bölgenin süresiz askeri yönetim altına alınabileceğini öne sürüyor. Ayrıca İsrail, Güney Lübnan'a gücünü dayatıyor. Suriye’ye askeri saldırılar gerçekleştiriyor. Suriye'nin geniş kesimlerini işgal ediyor. Şimdi Levant'taki saldırı kampanyasını, İran'a yaptığı askeri saldırıyla Körfez'e kadar genişletmek istiyor. İsrail’in İran’a saldırısı, Arap Yarımadası'ndaki hedefleri içerebilecek bir İran misillemesini kışkırtmanın yanı sıra, dünya enerji kaynaklarını bozma tehlikesi taşıyor. Dahası Körfez'deki ekonomik refahın uzun vadeli uygulanabilirliği konusunda endişe uyandırıyor.

Arap devletleri, İran, İsrail ve Türkiye dahil olmak üzere Orta Doğu'nun başlıca güç aktörleri, tarihsel olarak bölgede tek bir bölgesel aktörün egemenliğine direnmiştir. Arap dünyası 1950'lerde ve 1960'larda Arap milliyetçiliği bayrağı altında üstünlüğe ulaşmaya çalışırken, İran, İsrail ve Türkiye onu kontrol altına almak için bir araya geldi. 1979'daki İslam Devrimi'nden sonra bile, bölgesel güç dengesi aksi yönde bir şey gerektiriyorsa bile, İsrail refleksif olarak İran'a düşmanca davranmadı: 1980'lerdeki İran-Irak Savaşı'nın ilk yıllarında, Irak üstünlük elde ederken ve Arap dünyasının liderliği için iddialı hale gelirken, İsrail, İran'a istihbarat ve savaş malzemesi sağladı. Daha sonra, İran yükselen bir güç olarak ortaya çıktığında, İsrailliler buna karşı koymak için Arap devletleriyle el ele verdi. 

Son yıllarda İsrail’in bölgede düzenlediği seri saldırılarla bölgenin rakipsiz gücü olma iddiasında bulunmasının ardından, Arap devletleri ve İran (ve ayrıca Türkiye) bölgede yeni bir güç dengesi kurmak için kendi aralarında ortak bir ittifaka ihtiyaç duyuyorlar. Bunlar arasında İran'la diplomatik ilişkileri bulunmayan ancak diğer Arap güçleri gibi angajmanlarını büyük ölçüde arttıran Bahreyn, Mısır ve Ürdün de yer alıyor. Her şeyden önce, Körfez ülkeleri ABD ile nükleer müzakereleri sürdürmede İran'ın koltuk değneği haline geldiler. Körfez ülkeleri, İran ve İsrail arasındaki rekabette kendilerinin ödül olduğunun farkındalar. İsrail, İran'ı sınırlayacak Arap dünyasıyla bir eksen istiyor. İran da İsrail'in Arap Yarımadası'nda bir ayak izinin olmasını engellemek istiyor. Körfez liderleri ise kendi hükümetlerini güçlendirirken hem İran'ı hem de İsrail'i sınırlayan bir bölgesel düzen istiyor. Amerika’nın Körfez müttefiklerini nükleer anlaşmanın eski muhaliflerinden yeni-güçlü savunucularına dönüştüren şey, işte bu güç dengesi ihtiyacı ve arayışı. Onlara göre, İran ile ABD arasında varılacak yeni bir anlaşma, İsrail'in İran'la körfez kıyılarına sıçrayabilecek bir savaşa girme şansını ortadan kaldıracak. Ancak bu, İsrail'in kontrolsüz bölgesel üstünlüğünü teyit edecek. 

Buna karşılık, savaştan kaçınmak ve sıkıntılı ekonomisini canlandırmak için nükleer bir anlaşma yapmaya hevesli olan İran, Trump yönetimini yönetmek ve müzakereleri sürdürmek için Körfez ülkelerine giderek daha fazla bağımlı hale geldi. Örneğin Umman Dışişleri Bakanı, Tahran ve Washington arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran öneriler geliştirerek görüşmelerde kilit bir rol oynadı; Suudi Arabistan, uranyum zenginleştirmeyi ortaklaşa yönetmek için İran ile bölgesel bir nükleer konsorsiyum oluşturma fikrini benimsedi. Suudi Dışişleri Bakanı ayrıca krallığın nihai bir anlaşmanın tutunmasına yardımcı olmak için ekonomik gücünü kullanmaya istekli olduğunu da vurguladı.

Kararlılık ekseni

İran ve Körfez ülkeleri artık birbirlerine ihtiyaç duyuyor. Her iki tarafın da bir nükleer anlaşmaya ihtiyacı var. Bu hoş bir gelişme. Körfez komşuları arasında güven inşa edebilir. Güvenlik iş birliği, yatırımlar ve ticareti de içerecek şekilde ilişkilerini derinleştirmelerini sağlayabilir. Körfez liderleri İran ile İsrail arasında bir Faust seçimi yapmak istemiyor. Ülkelerinin lehine işleyen, bölgenin jeoekonomik hedefleri için hayati önem taşıyan barış ve istikrarı garanti eden bölgesel bir güç dengesi sağlamak için her ikisiyle de ilişki istiyorlar. Körfez ülkeleri için olası bir nükleer anlaşma, kendi stratejilerini Amerika’nın Orta Doğu politikasıyla uyumlu hale getirecek. Bu, daha sonra ABD ile Suudi Arabistan arasında kurulacak resmi bir stratejik ortaklıkta taçlanma ihtimali taşıyor.

Trump'ın Körfez'e yaptığı son ziyaret bu beklentiyi doğrular nitelikteydi. Daha bölgeye varmadan önce, Trump yönetimi, İsrail'in endişelerini bir kenara bıraktı ve Husilerle ikili bir ateşkes anlaşması imzaladı. Aynı zamanda, Arap liderlerin Trump'a sunduğu iddialı ekonomik anlaşmalar, ABD'nin Gazze, İran ve Suriye hakkındaki, Körfez önceliklerini yansıtan açıklamalarının arka planını oluşturdu. Trump bu açıklamaları, İsrail’in tercihleri pahasına yaptı. Trump, seyahatinin her durağında İran nükleer sorununu diplomasi yoluyla çözme tercihini yineledi. Zaman zaman, Gazze'de İsrail’in sürdürdüğü savaşla ilgili Arap endişelerini kabul etmiş gibi görünüyordu: Örneğin Abu Dabi'de, "Gazze'de çok sayıda insan açlıktan ölüyor" dedi ve görünüşe göre İsrail'in bölgeye yardıma uyguladığı on haftalık ablukayı eleştirdi. 

Ancak bu yeniden yapılanmanın gerçekten bölgesel barış ve istikrar getirmesi için, Amerika, İran ile yeni bir nükleer anlaşmaya daha geniş bir stratejik çerçeve vermek zorunda. Bölgesel bir barış için, İsrail'in sadece Suudi Arabistan ile değil aynı zamanda Suriye gibi diğer Arap devletleriyle de ilişkilerinin normalleştirilmesi gerekecek. Suudi Arabistan, İsrail ile normalleşme çabalarını yeniden başlatmak için Gazze'deki savaşın sona ermesini ve Filistinliler için huzurlu bir siyasi gelecek talep edecek. Bu çerçevede, normalleşme hem ABD-İran nükleer anlaşmasının hem de büyüyen İran-Körfez ekseninin tamamlayıcı bir parçasını oluşturuyor ve bu üç eksen birlikte yeni bir bölgesel denge vadediyor. 

Elbette, ABD'nin İran ile müzakereleri sekteye uğrayabilir ve Washington, Tahran ile daha çatışmacı bir yola geri dönebilir. Böyle bir sonuç muhtemelen bölgesel çatışmayı uzatır ve yakın vadede Arap-İsrail normalleşmesinin ilerlemesi olasılığını ortadan kaldırır. Ancak bir anlaşmaya varılabilirse, Körfez ülkeleri, İran, İsrail ve ABD ile birlikte, oluşturulacak yeni bir bölgesel düzenin ana eksenlerinden birini teşkil edebilir. Bu, yıllarca süren savaş ve kargaşadan sonra, bölgeye istikrar getirmek için bir şans sunabilir.

[Bu noktada temel mesele şu olacak: Olası bir yeni bir bölgesel güç dengesinin ağırlık merkezi nasıl oluşturulacak ya da ağırlık merkezinde kim/ler duracak. Tarafların bu konudaki pozisyonları ve yaklaşımları, bölgede kurulabilecek düzen ve geleceği adına belirleyicisi olacak.]


Bu yazı Foreign Affaris’de, 10 Haziran 2025’te “The New Balance of Power in the Middle East” başlığıyla yayınlandı. Çeviride kısaltma ve editoryal düzenleme yapılmıştır.