ANALİZ
Küresel Güç Otoriterleşirken: Amerikan Otoriterizmi Nasıl Kurumsallaşıyor?
Trump yönetimi, adalet sisteminden başlayarak devlet kurumlarını kendi lehine silaha dönüştürüp bunları hem gücü daha fazla kendi elinde toparlamak hem de siyasi rakiplerini zayıflatmak veya korkutmak için kullanıyor.
DONALD TRUMP Kasım 2024'te yeniden seçildiğinde, Amerikan kurulu düzeninin büyük bir kısmı omuz silkmeyi seçti. Sonuçta, Trump demokratik olarak seçilmişti, hatta halk oylamasını bile kazanmıştı. Ve demokrasi, 6 Ocak 2021'de Capitol'de yaşanan şok edici olaylar da dahil olmak üzere, ilk döneminin kaosundan sağ çıkmıştı. O halde, ikinci bir Trump başkanlığından da sağ çıkacağı kesindi.
Ancak durum böyle değil. Trump'ın ikinci döneminde, Amerika Birleşik Devletleri rekabetçi otoriterliğe doğru sürüklendi; bu sistemde partiler seçimlerde yarışır, ancak iktidardakiler eleştirmenleri cezalandırmak ve muhalefete karşı oyun alanını kendi lehlerine çevirmek için güçlerini rutin olarak kötüye kullanırlar. Rekabetçi otoriter rejimler, yirmi birinci yüzyılın başlarında Hugo Chávez'in Venezuela'sında, Viktor Orban'ın Macaristan'ında ve Narendra Modi'nin Hindistan'ında ortaya çıktı. ABD, 2025'te Trump yönetiminde benzer bir yolu izlemekle kalmadı, Amerika’nın otoriter dönüşü, diğer rejimlerden daha hızlı ve daha kapsamlı oldu.
Ancak oyun henüz bitmedi. Amerika Birleşik Devletleri'nin rekabetçi otoriterliğe doğru çizgiyi aşmış olması, demokratik gerilemesinin geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaştığı anlamına gelmez. Trump'ın otoriter saldırısı artık açıkça ortada, ancak geri döndürülebilir.
Bugün iki şey aynı anda doğru. Birincisi, Amerikalılar otoriter bir hükümetle karşı karşıya. 2025 yılında Amerika Birleşik Devletleri, tam anlamıyla bir demokrasi olmaktan çıktı. İkincisi, Demokrat Parti'nin Kasım 2025 tarihli eyalet seçimlerindeki başarısında da görüldüğü gibi, ülkede muhalefetin Trump'ın giderek otoriterleşen hükümetine karşı zafer elde edebileceği birçok kanal hala mevcut. Aslında, muhalefet etmenin ve iktidara karşı çıkma yollarının varlığı, rekabetçi otoriterliğin doğasında vardır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin otoriterliğe doğru kayışını tersine çevirmek, demokrasi savunucularının kayıtsızlık ve kaderciliğin ikili tehlikesini fark etmelerini gerektirir. Bir yandan, demokrasiye yönelik tehdidi hafife almak—Trump yönetiminin davranışının sadece olağan siyaset olduğuna inanmak—sistematik güç istismarı karşısında hareketsizliği teşvik ederek otoriterliği pekiştirir. Öte yandan, otoriterliğin etkisini abartmak—ülkenin geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaştığına inanmak—otokratları seçim sandığında yenmek için gereken vatandaş eylemlerini engeller.
Kurumsal güç operasyonu
Bir yıl önce bu sayfalarda, Amerika Birleşik Devletleri'nin Trump'ın ikinci döneminde rekabetçi otoriterliğe doğru sürükleneceğini öngörmüştük. Trump'ın, diğer yerlerdeki seçilmiş otokratlar gibi, devlet kurumlarını hızla siyasi bir silaha dönüştürdüğünü ve ardından bunları siyasi rakiplerini zayıflatmak veya korkutmak için çeşitli girişimlerde kullanacağını öne sürmüştük.
Nitekim Trump yönetimi tam olarak bunu yaptı; birden fazla noktayı hedef aldı ve müttefiklerini hesap vermekten muaf hale getirdi. Seçilmiş otokratlar, devleti kendileri lehine çalışan siyasi bir silaha dönüştürmek için, önce bir tasfiye gerçekleştirirler, sonra da yeniden yapılandırırlar. Macaristan, Polonya ve Venezuela'daki otoriter hükümetlerin oluşturduğu plana göre, Trump yönetimi Adalet Bakanlığı, FBI ve diğer önemli devlet kurumlarından profesyonel memurları uzaklaştırdı. Bu kurumları muhaliflere saldırmak için kullanmaya kararlı sadık kişileri göreve getirdi. Görevdeki yetkililer kendilerinden istenenleri yapmaktan çekindiklerinde, derhal görevden alındılar ve yerlerine daha uysal yetkililer getirildi.
Bu yeni silahlandırılmış kamu kurumları daha sonra hızla başkanın geçmiş ve mevcut rakiplerine karşı konuşlandırıldı. Trump'ın emriyle, aralarında New York eyalet başsavcısı Letitia James; Kaliforniya Demokrat Senatörü Adam Schiff; Biden yönetimi sırasında Adalet Bakanlığı'nda özel savcı olarak görev yapan Jack Smith; sivil toplum bağışçısı George Soros; Media Matters gibi sivil toplum kuruluşları hakkında soruşturma başlattılar. Dahası önceki dönemlerde Trump’ın tarafında yer alan yetkililer, eleştirmenler James Comey, John Bolton, Christopher Krebs ve Miles Taylor'ın da aralarında bulunduğu, siyasi düşman olarak işaretlenen düzinelerce kamu figürü hakkında da soruşturma başlatıldı veya başlatmakla tehdit etdildi.
Hedef alınanların çoğu (Federal Rezerv Başkanı Lisa Cook’a yöneltilen ipotek dolandırıcılığı suçlamaları gibi) önemsiz suçlamalarla karşı karşıya kaldı. Her otokratın bildiği gibi, kararlı ve sadık bürokratlar yeterince uzun ve dikkatli bir şekilde araştırırlarsa, hedef almak istedikleri kişi tarafından işlenmiş bir ihlali (vergi veya ipotek formunda bir hata, bir düzenleme ihlali) mutlaka bulabilirler. Kurallar veya düzenlemeler, seçici bir şekilde, siyasi rakipleri hedef alarak uygulandığında, yasa bir silaha dönüşür.
Az sayıda dava mahkumiyet veya hapis cezasıyla sonuçlansa bile, bu tür soruşturmalar başlı başına güçlü bir taciz biçimidir. Hedef alınan kişiler, maddi birikimlerini avukatlara harcamak ve savunmalarına önemli ölçüde zaman ve zihinsel enerji ayırmak zorunda kalırlar. İşlerinden izin almak zorunda kalabilirler ve itibarları aşınır.
Silaha dönüştürülmüş bir adalet sistemi, aynı zamanda hükümet müttefiklerini korumak için de kullanılabilir. Trump'ın adalet sistemi, hükümet yetkililerini ve destekçilerini soruşturma ve yargılamadan korudu. Trump, eleştirmenleri önemsiz ihlallerden dolayı yargılarken, FBI tarafından 50.000 dolarlık rüşvet aldığı tespit edilen "sınır sorumlusu" Tom Homan'ın yargılanmasını durdurdu. Ayrıca, Trump'ın başkanlık affını sınırsızca kullanması (özellikle de 6 Ocak'taki Capitol saldırısına katılanların neredeyse tamamını, polis memurlarına saldırmaktan hüküm giyenler de dahil olmak üzere affetmesi), onun adına gerçekleştirilen yasadışı ve şiddet içeren eylemlerin hoş görüleceği, hatta korunacağı yönünde açık bir sinyal verdi.
Trump yönetimi, muhalefeti ve sivil toplumu finanse eden kişi ve grupları da hedef aldı. Trump, Adalet Bakanlığı'na Demokrat Parti'nin bağış toplama platformu ActBlue ve sivil toplum kuruluşlarının önemli bir finansörü olan Açık Toplum Vakfı'nı soruşturma emri verdi. Wall Street Journal'ın Ekim 2025 tarihli bir raporuna göre, yönetim, İç Gelir Servisi'ni (IRS) Demokrat Parti bağışçılarını hedef almak üzere yönlendiriyor.
Diğer taraftan, Trup yönetimi, El Salvador, Macaristan, Hindistan ve Venezuela'daki seçilmiş otokratlar gibi, bağımsız medyaya da baskı uyguluyor. Wall Street Journal ve New York Times'a dava açtı ve Federal İletişim Komisyonu (FCC), ABC, CBS, PBS, NPR ve NBC'nin sahibi olan Comcast dahil olmak üzere bir dizi ana akım medya kuruluşuna yönelik soruşturma başlattı.
Bu tür eylemlere, sivil topluma yönelik daha geniş bir saldırı da eşlik etti. Macaristan, Hindistan ve Meksika'daki rekabetçi otoriter hükümetler gibi, Trump yönetimi yüksek öğrenim kurumlarına saldırdı; düzinelerce üniversite hakkında soruşturma başlattı, Kongre tarafından onaylanan milyarlarca dolarlık araştırma fonunu yasadışı bir şekilde dondurdu ve liderlerinden bazılarının görevden alınması için baskı yaptı. Yönetim ayrıca, Perkins Coie & Paul, Weiss gibi Demokrat Parti ile bağlantılı önde gelen hukuk firmalarının federal hükümet tarafından işe alınmasını fiilen engelledi; çalışanlarının güvenlik izinlerini askıya aldı ve müşterilerinin hükümet sözleşmelerini iptal etmekle tehdit etti.
Daha da endişe verici olanı, Trump yönetiminin silahlı kuvvetleri siyasallaştırmaya çalışması. Ordunun partizan amaçlar için silahlandırılmasını önlemek için, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer yerleşik demokrasiler, profesyonelleşmiş güvenlik güçleri ve onları siyasi etkiden korumak için ayrıntılı yasalar ve düzenlemeler geliştirmiştir. Otokratlar genellikle bu kurumsal engelleri yıkmaya ve güvenlik güçlerini kendileri için silaha dönüştürmeye çalışırlar. Bunu ya yeni güvenlik kurumları oluşturarak ya da mevcut olanları yerleşik yasal çerçevelerden ve denetim mekanizmalarından kaçınacak şekilde dönüştürerek yaparlar. Trump yönetiminin Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Teşkilatı'nı genişletmesi ve bu kurumu kötü düzenlenmiş bir paramiliter güce dönüştürmesi bunun açık bir örneğidir.
Aynı zamanda Trump, düzenli silahlı kuvvetlerle de kırmızı çizgileri aştı. Haziran 2025'te Fort Bragg'da yaptığı bir konuşmada, üniformalı bir grup askeri, seçilmiş Demokrat yetkililerle alay etmeye kışkırttı. Dahası, ABD şehirlerinde Ulusal Muhafızların konuşlandırılması (zayıf gerekçelerle ve bazı durumlarda seçilmiş yerel ve eyalet hükümetlerinin iradesine karşı), yönetimin vatandaşları korkutacağı ve barışçıl protestoları bastıracağı yönünde ciddi endişelere yol açtı. Ardından, Eylül 2025'te Trump, ABD'nin üst düzey askeri yetkililerine ABD şehirlerinde konuşlanmaya ve "iç düşmanlara" karşı "içeriden bir savaş" yürütmeye hazırlanmalarını söyledi. Bu, 1970'lerde Arjantin, Brezilya ve Şili'yi yöneten askeri diktatörlükleri hatırlatan bir dil.
Bir yıl önce tahmin edemediğimiz otoriter davranışlardan biri de Trump yönetiminin yasaları ve hatta ABD Anayasasını rutin olarak hiçe saymasıydı. Anayasa, fon tahsis etme ve gümrük vergileri belirleme yetkisini yürütme organına değil, Kongreye verse de Trump bu yetkiyi gasp ederek, yasama organları tarafından tahsis edilen harcamaları dondurdu veya iptal etti ve Kongre tarafından kurulan tüm kurumları dağıttı. Ayrıca, genellikle var olmayan ulusal acil durumlar ilan ederek (ne Kanada ne de Brezilya ABD güvenliğine "olağanüstü ve sıra dışı bir tehdit" oluşturmuyordu) yasama onayı olmadan defalarca gümrük vergisi uyguladı. Nitekim, yönetimin 2025'teki önemli politika girişimlerinin çoğu, (sözde Hükümet Verimliliği Bakanlığı'nın kurulması, kapsamlı gümrük vergilerinin uygulanması ve Venezuela kıyılarında askeri saldırılar da dahil olmak üzere) Kongre'nin yetkisini baltalayarak yasadışı bir şekilde gerçekleştirildi.
Misilleme korkusu ve kurumsal hakimiyet
Trump yönetiminin otoriter saldırısı, Amerikan siyasi hayatını, belki de eleştirmenlerinin çoğunun fark ettiğinden daha fazla dönüştürdü. Hükümetin misillemesinden korkan bireyler ve kuruluşlar, Amerika genelinde davranışlarını değiştirerek, bir zamanlar reddedecekleri veya karşı çıkacakları otoriter taleplerle işbirliği yapmaya veya sessizce boyun eğmeye başladılar. Alaska'dan Cumhuriyetçi Senatör Lisa Murkowski'nin dediği gibi, "Hepimiz korkuyoruz... Daha önce hiç bulunmadığım bir zamanda ve yerdeyiz... Misilleme gerçek olduğu için sesimi çıkarmaktan çoğu zaman çok endişeleniyorum."
Misilleme korkusu siyasi oyun alanını değiştirmeye başladı. ABD medya ortamının nasıl değiştiğini düşünün. Çok sayıda yayın organı siyasi yeniden yapılanmaya veya öz sansüre girişti: Washington Post, yayın politikasını değiştirerek belirgin bir şekilde sağa kaydı ve Condé Nast, Teen Vogue'un etkili siyasi haberlerini ortadan kaldırdı. CBS, Trump eleştirmeni Stephen Colbert'in gece geç saatlerde yayınlanan ve kamuoyunda etkili olan komedi programını iptal etti; en etkili haber programı olan 60 Minutes'a daha sıkı kontroller getirdi; sonrasında ana şirketi Paramount, CBS'yi daha muhafazakar bir yayın kadrosu getirmek için yeniden yapılandırdı. Daily Beast'in Mayıs 2025 tarihli bir raporuna göre, Disney CEO'su Bob Iger ve ABC News başkanı Almin Karamehmedovic, ülkenin önde gelen gündüz talk show'u The View'un sunucularına başkan hakkındaki söylemlerini yumuşatmalarını söyledi.
Öz sansürü bu kadar sinsi kılan şey, etkisinin tam olarak tespit edilmesinin neredeyse imkansız olmasıdır. Kamuoyu işten çıkarmaları ve program iptallerini gözlemleyebilse de kaç editörün söylemlerini yumuşattığını veya hangi haberleri yayınlamamayı tercih ettiğini ya da kaç gazetecinin hükümetin misillemesinden korkarak haberlerin peşini bırakmayı seçtiğini asla bilemez.
Diğer rekabetçi otoriter rejimlerde olduğu gibi, medya yayınlarındaki değişiklikleri sağlayan şey, kilit medya kuruluşlarının, hükümet destekçileri tarafından kontrol edilmesini sağlamaya yönelik hükümet önlemleridir. Macaristan'da Orban hükümeti, bağımsız medya kuruluşlarını siyasi müttefiklerinin eline geçirmek için bir dizi adım attı: Örneğin, lisanslama ve kârlı devlet sözleşmeleri üzerindeki kontrolünü kullanarak, ülkenin en çok okunan haber sitesi Origo'nun ana şirketi Magyar Telekom'u sitenin editörünü işten çıkarmaya ve daha sonra siteyi satışa çıkarmaya ikna etti. Hükümetle ittifak halindeki bankalardan gelen nakit parayla dolu olan, Orban'la bağlantılı özel bir şirket, rakiplerini kolayca geride bırakarak Origo'nun kontrolünü ele geçirdi. Orban'a sadık kişilerin elinde bulunan 500'den fazla Macar haber kuruluşu gibi, Origo da hükümete yönelik eleştirel yayınlarına son verdi.
Amerika Birleşik Devletleri'nde de benzer bir süreç yaşanıyor; Trump'ın müttefikleri, yönetimin de yardımıyla büyük haber kuruluşlarını ele geçirmeye çalışıyor. Skydance Media'nın Paramount'u satın alması (yakın zamana kadar, büyük medya birleşmelerine karşı çıkan FCC tarafından onaylandı), Trump yanlısı Ellison ailesine CBS'nin kontrolünü verdi. Bu da CBS'nin programlarını sağa kaydırmasına yol açtı. Ellisonlar (Larry Ellison and David Ellison), CNN'in sahibi olan Warner Bros. Discovery'nin yanı sıra yeni oluşturulmuş bir ABD TikTok versiyonunu da satın almaya çalışıyor. Fox News ve X'in zaten zengin sağcı figürlerin elinde olduğu göz önüne alındığında, bu hamleler, köklü medya kuruluşlarının ve sosyal medya platformlarının önemli bir bölümünü Trump yanlısı milyarderlerin eline geçirme potansiyeline sahip.
Misilleme korkusu, siyasi bağışçıların davranışlarını da etkileyerek seçim alanını muhalefet aleyhine çevirebilir. Adalet Bakanlığı, Vergi Dairesi ve diğer kurumları, Demokrat Parti'yi ve diğer ilerici hareketleri finanse eden kişileri soruşturmak için kullanma niyetini açıkça ilan eden bir hükümetle karşı karşıya kalan birçok varlıklı bağışçı kenara çekildi. Demokratların en büyük bağışçılarından biri olan Reid Hoffman, başkanın ikinci dönemine başlamasından bu yana, misillemeden korktuğunu söyleyerek siyasi bağışlarını ve Trump'a yönelik kamuoyu eleştirilerini azalttı. Diğer büyük bağışçılar da benzer şekilde Demokrat Parti'ye fon sağlamayı geri çekti. Bu da 2026 ara seçimleri öncesinde Cumhuriyetçiler için belirgin bir bağış toplama avantajı yaratmaya yardımcı olacak.
İş dünyası liderleri, vakıflar ve diğer varlıklı bağışçılar, federal hükümetin hedef tahtasına oturmamak için bir zamanlar destekledikleri ilerici davalardan (sivil haklar, göçmen hakları ve LGBT hakları dahil) sessizce uzaklaştılar. New York Times'a göre, Ford Vakfı, hükümet tarafından "partizan olarak eleştirilebileceğinden korktuğu" için, dağıttığı hibeleri incelemeye aldı. Bu arada, Gates Vakfı, Demokrat Parti ile bağlantıları olan büyük bir danışmanlık firması tarafından yönetilen hibeleri durdurdu.
Bireysel bağışçılar için, hükümetle maliyetli bir çatışmadan kaçınmak adına belirli davalardan uzak durmak ihtiyatlı bir davranış. Ancak otoriter bir yönetimle bu tür istem dışı işbirliği, sivil toplum ve muhalif gruplar üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip olabilir; zira bu gruplar aynı anda hükümet tarafından hedef alınırken, eski destekçileri tarafından da dışlanırlar.
Doğrudan hükümet misillemesinden duyulan korku, büyük hukuk firmalarının, üniversitelerin ve diğer etkili kurumların geri çekilmesine yol açarak ABD'nin sivil savunmasını zayıflatıyor. Washington'daki büyük hukuk firmaları, eski Biden yönetimi yetkililerini işe almaktan çekiniyor; aynı zamanda Trump yönetiminin karşı çıktığı davalar için ücretsiz hukuki yardım çalışmalarını sınırlandırıyor veya tamamen durduruyor. Washington Post'a göre, Trump'ın ilk dönemindeki başkanlık kararnamelerine karşı açılan davaların yaklaşık %75'inde davacılar büyük ve üst düzey hukuk firmaları tarafından temsil ediliyordu. 2025 yılında bu tür davacıların sadece %15'i üst düzey firmalar tarafından temsil ediliyor. En güçlü hukuk firmalarının kenarda kalmasıyla, muhalifler yasal temsil bulmakta zorlanıyor; sonuçta mahkemelerde hükümete karşı etkili bir şekilde meydan okumada bulunacak personel ve mali güce sahip olmayan daha küçük firmalara yöneliyor.
Ülke genelindeki üniversiteler ve kolejler ise hükümetin tehditlerine karşılık olarak çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık (DEI) programlarını ortadan kaldırdılar ve öğrencilerin protesto hakkını kısıtladılar. Kurumlar ve kuruluşlar da ifade özgürlüğünü bastırmak için hükümet baskısına uydular. Sağcı yorumcu ve aktivist Charlie Kirk'ün Eylül 2025'te vurularak öldürülmesinin ardından sosyal medyada paylaştıkları yorumlar nedeniyle düzinelerce öğretmen, üniversite profesörü ve gazeteci görevden uzaklaştırıldı veya işten çıkarıldı. Bazıları Kirk'ün öldürülmesini onayladıkları için cezalandırılırken, Washington Post köşe yazarı Karen Attiah da dahil olmak üzere diğerleri ise sadece çalışmalarını eleştirdikleri için hedef alındı.
Geri dönüş mümkün
Bu gelişmelerin hiçbiri, ne kadar endişe verici olursa olsun, umutsuzluğa yol açmamalı. Evet, Amerika Birleşik Devletleri otoriter bir döneme girdi, bu doğru. Ancak, yasal ve barışçıl birçok çıkış yolu mevcut. Nitekim, rekabetçi otoriterliğin belirleyici bir özelliği, muhalefetin iktidara ciddi anlamda meydan okuyabileceği kurumsal alanların varlığıdır. Oyun alanı eşit olmayabilir, ancak oyun yine de oynanır. Rakip takım sahada kalır ve bazen kazanır.
Rekabetçi otoriter rejimlerde en önemli mücadele alanı seçimlerdir. Adil olmasalar da seçimler göstermelik değildir. Rekabet gerçektir ve sonuçlar belirsizdir. Hindistan'ı ele alalım. Başbakan Indira Gandhi'nin 1975'te ilan ettiği olağanüstü hal, yaygın baskıya yol açtı. 24 saat içinde 676 muhalif siyasetçi hapse girdi. Hükümet, sıkı medya sansürü uyguladı ve sonuç olarak 1975 ve 1976 yılları boyunca 110.000'den fazla eleştirmen ve sivil toplum aktivistini tutukladı. Gandhi, Ocak 1977'de seçim çağrısı yaptığında, birçok muhalefet lideri hala hapisteydi. Yine de Hindu milliyetçileri, liberaller ve solcuların aceleyle oluşturduğu bir koalisyon olan muhalefetteki Janata Partisi, Mart ayındaki seçimleri kazandı, Gandhi'yi iktidardan uzaklaştırmayı ve Hindistan demokrasisini yeniden kurmayı başardı.
Malezya'da, uzun süredir iktidarda olan Barisan Nasional koalisyonu neredeyse tüm geleneksel medyayı kontrol ediyordu. Kaynak ve finansman konusunda büyük bir üstünlüğe sahipti (çok az işletme muhalefete bağış yapmaya cesaret ediyordu). Ayrıca seçim alanını kendi lehine çevirmek için seçim bölgelerini yeniden düzenleme ve seçmen kayıtlarını manipüle etme yöntemlerini kullanıyordu. Buna rağmen muhalefet güçleri 2018'de parlamentoda çoğunluğu kazanmayı başardı ve yarım yüzyılı aşkın süren otoriter yönetime son verdi.
2015'ten sonra Polonya, iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisi’nin mahkemeleri, seçim komisyonlarını ve kamuya ait medyayı sadık adamlarıyla doldurarak devleti bir silah haline getirmesiyle rekabetçi bir otoriterliğe sürüklendi. Bununla birlikte, sol ve merkez sağ muhalefet partileri geniş bir koalisyon kurarak 2023 seçimlerinde iktidarı geri kazandı.
Rekabetçi otoriter rejimlerin hükümetleri genellikle seçimlerde hile yaparlar, ancak bu çabalar ters tepebilir. Sırbistan'da, 2000 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki vahim yolsuzluk, ülkenin otokratik cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç'i deviren büyük bir protesto hareketini tetikledi. Ukrayna'da ise Viktor Yanukoviç'in cumhurbaşkanlığı seçimini çalmak için büyük çaplı oy hilesi kullanmasının ardından 2004 yılında yüz binlerce insan sokaklara döküldü. Protestolar yeni bir seçime yol açtı ve muhalefet bu seçimi kazandı.
Dahası, ABD muhalefeti, diğer rekabetçi otoriter rejimlerdeki muadillerine göre çeşitli avantajlara sahip. Birincisi, Amerikan kurumları zayıflamış olsa da, Amerika Birleşik Devletleri otoriter konsolidasyona karşı güçlü kurumsal engellere sahip. Yargı, diğer rekabetçi otoriter rejimlere göre daha bağımsız ve hukukun üstünlüğü genel olarak daha güçlü. Benzer şekilde, Trump yönetiminin orduyu siyasallaştırma çabalarına rağmen, ABD silahlı kuvvetleri son derece profesyonelleşmiş ve bu nedenle silaha dönüştürülmesi zordur. Amerika Birleşik Devletleri'nde federalizm güçlü ve alternatif otorite merkezleri oluşturmaya ve korumaya devam ediyor; hırslı ve güçlü valiler Trump'ın çabalarına karşı koymakta. Son olarak, endişe verici medya öz sansür işaretlerine rağmen, Amerika Birleşik Devletleri, Macaristan, Meksika ve diğer benzer rejimlere göre daha canlı bir medya ortamına sahiptir. Trump yönetimi oyun alanını değiştirmiş olsa da bu kurumsal kısıtlamaların devam etmesi, muhalefetin iktidar için ciddi bir şekilde mücadele etmeye devam etmesini sağlayacaktır. Demokrat Parti'nin 2025 ara seçimlerindeki zaferleri, ABD seçimlerinin hâlâ son derece rekabetçi olduğunu gösterdi.
Amerika Birleşik Devletleri aynı zamanda iyi organize olmuş ve kaynak bakımından zengin bir sivil topluma da sahip. Ülkenin devasa özel sektörü yüzlerce milyardere, milyonlarca milyonere ve yılda en az 1 milyar dolar gelir elde eden düzinelerce hukuk firmasına ev sahipliği yapıyor. Amerika Birleşik Devletleri, 1.700'den fazla özel üniversite ve koleje; geniş bir kilise, sendika, özel vakıf ve kar amacı gütmeyen kuruluş altyapısına sahip. Bu, ABD vatandaşlarına otoriter hükümetlere karşı koymak için muazzam mali ve örgütsel kaynaklar sağlıyor.
ABD'deki demokrasi yanlısı hareket, güçlü ve birleşik bir muhalefet partisinden de faydalanıyor. Rekabetçi otoriter rejimlerdeki muhalefetlerin çoğu parçalanmış ve düzensizdir: Örneğin Macaristan'da, Orban'a karşı muhalefet, zayıf ve itibarını kaybetmiş Sosyalist Parti ile aşırı sağcı Jobbik arasında bölünmüş durumda; bu da Orban'ın Fidesz partisinin 2014 ve 2018'de kolayca zafer kazanmasına olanak sağladı. Venezuela'da ise ana muhalefet partileri o kadar itibarını kaybetmiş ve zayıflamıştı ki, Hugo Chávez 2000 ve 2006'da yeniden seçilmek için aday olduğunda kendi başkan adaylarını bile çıkaramadılar. Buna karşılık, ABD muhalefeti, tüm kusurlarına rağmen iyi örgütlenmiş, iyi finanse edilmiş ve seçimlerde başarılı olan Demokrat Parti'nin arkasında birleşiyor.
Son olarak, Trump'ın sınırlı popülaritesi, otoriter yönetimi pekiştirme çabalarını engelleyebilir. Seçilmiş otokratlar, geniş halk desteğine sahip olduklarında iktidarı pekiştirmede çok daha başarılı olurlar: El Salvador'da Nayib Bukele, Venezuela'da Chávez, Peru'da Alberto Fujimori ve Rusya'da Vladimir Putin, otoriter yönetim kurduklarında %80'in üzerinde onay oranına sahiptiler. Trump'ın onay oranı ise %40'ların altında seyrediyor. Güney Kore'de Yoon Suk-yeol, Brezilya'da Jair Bolsonaro ve Peru'da Pedro Castillo gibi daha az popüler otoriter liderler ise genellikle başarısız oluyorlar.
Trump'ın gelecekteki seçimleri ne kadar manipüle edeceği belirsizliğini koruyor. 2020 seçimlerini geçersiz kılmaya çalıştığı ve Cumhuriyetçilerin kontrolündeki eyaletlerde seçim bölgelerinin yeniden düzenlenmesini açıkça savunarak 2026 ara seçimlerini çarpıtmaya çalıştığı göz önüne alındığında, bazı manipülasyonlar muhtemel görünüyor. Oy kullanma erişimini kısıtlama önlemleri, seçmenleri sindirme veya bazı bölgelerde sonuçları kabul etmeyi reddetme gibi. Son birkaç ABD başkanlık seçiminin çok yakın geçmesi ve Kongre'deki kontrol marjlarının çok dar olması nedeniyle, nispeten mütevazı bir manipülasyon bile 2026 veya 2028'de belirleyici olabilir. Ancak bu bir risk, kesinlik değil.
Dolayısıyla, Amerika Birleşik Devletleri'nde muhalif güçlerin iktidara seçim sandığında, mahkemelerde ve sokaklarda ciddi bir şekilde meydan okumaları gerekiyor. Tek bir alan yeterli olmayacaktır. Demokrasi yanlısı güçler oturup 2026 ve 2028 seçimlerini bekleyemezler; demokrasiyi savunmak için sadece mahkemelere güvenemezler. Dahası "Kral Yok" mitingleri tek başlarına demokrasiyi geri getirmeyecek. Bu nedenle vatandaşlar üç kanalın tamamını kullanmak zorunda. Bu stratejilerin nasıl, ne zaman veya ne kadar başarılı olacağını bilmek imkansız olsa da, Amerika Birleşik Devletleri'nin demokratik yönetime geri dönme olasılığı yüksek.
Bu yazı, Foreign Affairs’in Ocak/Şubat 2026 sayısında, “The Price of American Authoritarianism: What Can Reverse Democratic Decline?” başlığıyla yayınlandı. Kısaltılarak çevirilen metinde editoryal düzenleme yapılmıştır.