ANALİZ
“Milli Yargı” Siyaseti ve Türkiye -II: Anayasa Mahkemesi Kapatılsın mı?
Millet iradesi ve çoğunluk oyuna yaslanan bir iktidar kurumu, temel haklar bağlamında bir anayasal yargı kurumu tarafından denetlenebilir mi, denetlenmeli mi? Muhafazakar siyaset bu konuda ne tür bir kavrayışa sahip? Muhafazakar siyaset aklının anayasal yargı tasavvuru nedir?
ULUS DEVLET ve Cumhuriyet yönetimini tek parti rejimiyle tecrübe etmeye başlayan Türkiye’de devlet iktidarının, 1921 Anayasası ve devamında 1924 Anayasası’nda tanımlanan (kuvvetler birliği ilkesine dayalı) meclis hükümeti modeli etrafında şekillendiğini ve işlediğini ifade etmek mümkün. Bu durum, devlet iktidarının (“anayasal” olarak çerçevelendirilse ve kayıt altına alınsa da) kurumsal olarak dengelenmediği ve sınırlandırılmadığı bir siyaset yapısını ortaya çıkarmıştır. Türkiye’de devlet iktidarını sınırlı, dengeli ve denetlenebilir bir yapıya dönüştürme bağlamında kuvvetler ayrılığı ve anayasa yargısı fikri, çok partili dönemle birlikte tartışılmaya başladı.
Türkiye’de bir anayasal yargı kurumu olarak Anayasa Mahkemesi, 1960 askeri darbesini izleyen süreçte, askeri-sivil bürokrasi tarafından yürürlüğe konan 1961 Anayasası ile siyaset yapısına dahil oldu. Ne var ki 1961 Anayasası ve onun halefi olan 1982 Anayasası ile Türkiye siyaset sistemi “devlet – toplum karşıtlığı” ve “devlet iktidarı – parlamento iktidarı” ayrımına dayalı düalist ve aynı zamanda vesayetçi bir iktidar yapısı etrafında şekillendi. Askeri-sivil bürokrasi de devlet iktidarının sahibi olarak sistemin merkezine konumlandı.
Sistemin bu askeri-sivil bürokrasi merkezli yapısı, Türkiye siyasetinde Anayasa Mahkemesi’nin konum ve fonksiyonunu da belirlemiş oldu. Bu yapı içerisinde Anayasa Mahkemesi, bürokratik devlet iktidarı tarafına konumlanarak ve devlet iktidarının bir bileşeni olarak, sivil iktidarı kontrol edecek vesayetçi bir kurum olarak işlev üstlendi. Başka bir ifadeyle üyeleri arasında askeri yargıçların da bulunduğu Anayasa Mahkemesi, devlet iktidarı adına (devletin merkezine konuşlanan askeri-sivil bürokrasi adına), sivil siyaseti, onun üzerinden toplumu, parlamento iktidarını denetleyen ve yönlendiren otoriter bir rol üstlendi. Anayasa Mahkemesi 2000’li yılların sonuna kadar Türkiye’de askeri-sivil bürokrasi merkezli devleti ve rejimi koruyup kollama hedefiyle, siyaset ve iktidar alanını kontrol eden, devlete karşı bireysel özgürlükleri umursamayan/kısıtlayan vesayetçi, otoriter bir kurum olarak varlık gösterdi.
Muhafazakar Siyasetin Demokratikleşme Dalgası: “Özgürlükçü Anayasa Mahkemesi”
2000’li - 2010’lu yıllarda Türkiye siyaseti, yapılan anayasal ve yasal değişiklikler etrafında yapısal bir dönüşüm süreci geçirdi. Bu reform sürecinin önde gelen aktörü Muhafazakar siyaset ve onun temsilcisi olan AK Parti kadrolarıydı. Bu dönemde Muhafazakar siyaset öncülüğündeki ülkenin ana gündemi, askeri-bürokratik devlet yönetiminin hak ve özgürlükler üzerindeki baskıcı siyasetine son vermek, bunun için de siyasi sistemi biçimlendiren devlet kurumlarını sivil ve özgürlükçü bir politika etrafında dönüştürmekti. Bu süreç etrafında Muhafazakar siyaset kadroları, sistemin devlet – toplum karşıtlığı ve “devlet iktidarı – parlamento iktidarı” ayrımına dayalı vesayetçi iktidar yapısını değiştirdi. Reformlar kapsamında, sistemin askeri-sivil bürokrasi merkezli yapısı dönüştürülerek siyaset ve iktidar alanı sivilleştirildi, toplumsal bir nitelik kazandı. Seçilmiş siyasetçiler ve siyasi partiler, siyaset ve iktidar alanının ana aktörleri; “millet iradesi” siyasi sistemin ana dinamiği; çoğunluk iktidarı devlet yönetiminin temel unsuru haline geldi. Ayrıca bu dönemde “temel hak ve özgürlükler”, siyasi sistem ve yönetim süreçleri açısından önemli birer meşruiyet kaynağı olarak öne çıktı.
Sonuçta sistemin bu sivil siyaset merkezli yeni yapısı, 2010’lar itibariyle Türkiye siyasetinde Anayasa Mahkemesi’nin konum ve fonksiyonunu da dönüştürmüş oldu. Yeni durumda Anayasa Mahkemesi, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir kurumsal kimlik, konum ve işlev üstlendi. Milli irade ve çoğunluk iktidarına dayalı yeni siyaset yapısı içerisinde, iktidarın ve devletin temel organlarının hukuka uygunluğunu denetleyen, devletin aşırı güç kullanımına engel olacak bir işlevle öne çıktı. Bu şekliyle sistem içerisine Anayasa Mahkemesi, özgürlük alanlarını devlet otoritesinin ve siyasi iktidarın aşırılıklarına karşı koruyan; dolayısıyla devlet otoritesinin keyfileşmesini önleyen, vatandaşlık haklarını güvence altına alan bir kurum olarak konumlandı.
2023: “Milli Yargı” Söylemi
Son yıllarda Türkiye’de “milli irade” ve “çoğunluk oyu”na yaslanan siyasi iktidar kurumu ile “hak ve özgürlükler” ilkesine referansta bulunan Anayasa Mahkemesi, mahkemenin “temel haklar” bağlamında aldığı çeşitli kararlar üzerinden karşı karşıya gelmeye başladı. (İşin ilginç tarafı, mahkeme üye kompozisyonu bütünüyle AK Parti iktidarı zamanında göreve atanan isimlerden oluşuyor). Bu noktada iktidar kanadı, mahkemenin siyaset ve yönetim süreçlerini sınırlandırıcı yaklaşımından duyduğu memnuniyetsizliği izhar ediyor. Mahkemenin, “mevcut siyasi sistemin ruhuna uygun” davranmadığına dair bir itirazı dile getiriyor. Dahası son açıklamalarda iktidar kanadı, yargı erkini “yerlilik-millik” kategorisi üzerinden ele alarak devletin yargı kurumları arasında “milli”, “gayrı milli” ayrımı yapan, oldukça tehlikeli bir siyaset izliyor. Tehlikeli, zira bu haliyle iktidar cephesi, devleti ve siyasi sistemi ayakta tutan kurumlar arasında kriminalize edici bir yaklaşım sergiliyor. Yine bu ayrım üzerinden, aldığı kararla kurumsal olarak anayasal devlet/hukuk devleti ilkesini tartışmaya açan, kurumsal tutumuyla hukuk dışılığa ortam açan yargı kurumunu “milli” olarak işaretleyip kurumun hukuk dışı tutumunu destekliyor. Aynı zamanda, sistem içerisinde ilkesel olarak kurala ve hukuka dayalı düzenin devamlılığını takip etmekle görevlendirilen, kurumsal olarak siyasi gücün aşırı kullanımını engelleme, hak ve özgürlükleri güvence altına alma işleviyle donatılan Anayasa Mahkemesini de “gayrı milli, dış güç ajanı, batıcı, neoliberal” bir merci olarak işaretliyor.
Bu yaklaşım, bireyi, toplumu, hak ve özgürlükleri devletin olası aşırı güç kullanımına karşı koruyacak kurum ve düzenlemeleri, bu anlamda hukukun üstünlüğü savlarını tehlikeli bir batı kavramı olarak işaretliyor. “Hak ve özgürlükler” temelli yaklaşımları, gayrı milli ilan ediyor; fantastikleştiriyor, romantikleştiriyor, çocuksu bir düşünceye, ahmaklara özgü bir saflığa dönüştürerek altını boşaltıyor. Gücün siyasi iktidar elinde yoğunlaşmasını, iktidar gücünün, devlet aklının üstünlüğünü yüceltiyor.
Böylelikle bireysel vatandaşlık hakları ve hukuk devleti ilkesini paranteze almaya ve hukuk dışılığı normalleştirmeye yönelik alışkanlıkları devletten topluma doğru yaygınlaştıran, rutinleştiren bir eğilimin önünü açıyor. Topluma hukuk ve kurala dayalı bir düzen yerine, güçle iş görmeyi besleyen bir yaklaşımı teşvik ediyor. “Kural” yerine “gücün/zorun” belirleyici olduğu bir düzen ise gücün toplumu ve vatandaşlık haklarını kuşattığı bir sistemin gelişimini ifade ediyor.
“Yerli-Milli” Siyaset Paradigmasının Yükselişi: Üç Kulvar
Son yıllarda, özellikle 2018’de başkanlık sistemine geçildikten sonra, Türkiye siyasetinde, AK Parti öncülüğündeki muhafazakar siyaset kadrolarının sahiplendiği ve savunduğu “yerlilik-millilik” temelli bir siyaset paradigması öne çıkmaya başladı. Bu paradigma, siyasetin kurucu zemini haline gelirken, pek çok alanın meşruiyet kaynağına dönüştü. Bu paradigma kapsamında ülkede siyaset/sistem, ekonomi ve son olarak da yargının “yerli-milli” bir karaktere dönüştürülmesine yönelik bir politika öne çıkıyor. Bu süreçte, ilk önce “yerli-milli siyaset” anlayışı etrafında siyasetin yerli ve milli hatlarla kurulmasına yönelik, siyasetin yerli-milli bir kurgu etrafında modellenmesine yönelik bir süreç şekillendi. Bu kapsamda ülkede “milli iradeyi”, “çoğunluk iradesini” temsil eden siyasi iktidarın, geniş yetkilerle donatıldığı, bu haliyle sistemin ağırlık merkezine yerleştirildiği; sistem içerisindeki diğer kurumların iktidar öncelikli ve hakimiyetine göre şekillendirildiği ama siyasi iktidarın aşırı güç kullanımlarını dengelemeye ve denetlemeye yönelik kurum ve enstrümanların zayıflatılmasına yönelik bir siyaset modeli savunusu gelişti. Sonuçta gücün merkezileşmesine ve siyasi lider etrafında yoğunlaşmasına, kurumsal özerkliklerin zayıflamasına ve bu noktada özellikle sivil toplum alanının iktidara eklemlenmesine dönük bir sistemsel dönüşüm yaşandı. Bu doğrultuda siyaset alanının sivil toplum, sivil gruplar, medya, bürokrasi ve kültür alanları üzerinde ağırlığının ve belirleyiciliğinin fazlasıyla arttığı; bu alanların siyaset karşısında kurumsal özerkliklerinin aşındığı ve bu alanlar üzerinde siyaset lehine kurumsal bir hegemonyanın oluştuğu bir düzlem biçimlendi.
Ardından bu yerli-milli paradigma, ekonomi alanına uzandı. Ekonominin yerli-milli bir anlayış etrafında modellenmesine, dönüştürülmesine yönelik bir süreç biçimlendi. Bu, ekonominin, üretim, sermaye, finans süreçlerinin yerleşik kurumsal ve teorik yaklaşımların dışında (bu yaklaşımlar “batıcı, gayrı milli, saf, faizci” ilan edilecekti), dolayısıyla yerleşik kuralların dışında, siyasi iktidar kadrolarının “yerli” saydıkları ve ülkeyi ekonomik olarak “daha büyük, daha değerli, daha güçlü ve daha bağımsız” yapacağını savundukları yeni yöntemlerle biçimlendirilmesine yönelik bir süreçti. 2000’lerin başından bu yana sıkı bir şekilde uygulanan ekonomi modelinin, dahası ülkeyi 1990’ların sonundaki derin ekonomik krizden kurtaran ekonomik düzenin rafa kaldırılmasıydı. Düşük faiz, sınırlı yabancı/özel sermaye, sınırlı ithalat, yüksek ihracat ilkeleri etrafında ortodoks iktisat anlayışına karşı heterodoks iktisada geçelişinin ilanıydı. İçinde bolca “bağımsızlık, büyüme ve yerlilik” ifadeleri geçen modelin en temel özelliği, aslında siyasi iktidarın, ekonominin işleyişine, sermaye hareketlerine, piyasa ilişkilerine daha fazla müdahale edebildiği, daha fazla güç ve yetki kullanabildiği, daha fazla kontrol edebildiği, dolayısıyla iktidarın aşırı güç kullandığı, yerleşik ekonomik kuralların paranteze alındığı bir düzenin inşasıydı. Dolayısıyla üretim, sermaye, finans süreçlerinde öngörülebilirliğin, düzenin zayıfladığı bir düzleme geçilmesiydi. Ekonomideki bu yerli ve milli model, 2022 itibariyle ülkenin önüne, kısa sürede ödenemeyecek ağır bir fatura çıkardı. Yüksek enflasyon, değer kaybetmiş Türk Lirası, artan dış borç, yüksek döviz baskısı, hayat pahalılığı, boğucu bir geçim sıkıntısı, orta sınıfın çöküşü ve yoksullaşma. Sonuçta 2023’ün ikinci yarısı itibariyle, söz konusu yerli-milli ekonomi modelinin ülkeye zarar verdiği fark edilerek tekrar geri, o eski modele dönüş yapıldı. Böylelikle ekonomideki beş yıllık yerlilik-millik macerası, büyük maliyetlerle tekrar eski modele dönüşle sonuçlandı.
Son dönemde ülkede, yerlilik-millilik politikasının bu kez yargı alanında yükseldiği bir tecrübe yaşanıyor. “Yerli-milli yargı” söylemiyle savunulan bu yeni yaklaşım, yargı alanının yerli-milli bir anlayış etrafında modellenmesine, dönüştürülmesine işaret ediyor. Bu çerçevede yargının, özellikle terör ve güvenlik gerekçesi bağlamında, özgürlükler yerine güvenliği daha fazla gözeten, dolayısıyla siyasi iktidarın/devletin güvenlikçi perspektifiyle daha uyumlu, bu anlamda iktidarın politik tutumlarını dikkate alan bir çerçevede hareketine yönelik bir eğilim savunuluyor. Bu eğilim, aynı zamanda yargı süreçlerinde, devlet aklının ve iktidar temelli perspektifin öncelenmesini temel ilke haline getiriyor. Dolayısıyla devlet otoritesinin vatandaşlık hakları etrafında sınırlandırılması ve siyasi iktidarın toplum lehine, özgürlükler temelinde denetlenmesi, iktidarın yetki aşımının dengelenmesine yönelik yaklaşımlar ikincilleşiyor. Bu noktada, sistem içerisinde, çoğunluk iktidarı tarafından kullanılan devlet otoritesinin olası aşırı tasarruflarını önleyerek vatandaşların temel haklarını güvence altına almayı önceleyen kurumların, “büyük güç” politikaları kapsamında paranteze alındığı söylenebilir. Bu kurumların otorite, profil ve işlevlerinin “terör” konusuyla ilişkilendirilerek zayıflatıldığı bir düşünsel zeminin oluşumundan söz etmek de mümkün.
Yerlilik-Millilik Siyasetinin Kodları: Gücü ve İktidarı Büyütmek
Son yıllarda yükselen yerlilik ve millilik paradigmasının gelinen noktada genel itibariyle “düzen, ilişki, değer ve hakları tanımlayıcı unsur olarak iktidarın / otorite”nin öne çıkarılmasına; dolayısıyla toplumun ve kimliklerin otorite adına ikincilleştirilmesine zemin sunduğu söylenebilir. Ayrıca siyasete egemen olan otorite – yerlilik perspektifinin, otoritenin mutlak anlamda “yerli ve milli olan”ı, “toplumu ve toplum iradesi”ni temsil ettiğine ilişkin bir siyasal kavrayışın öne çıkmasına olanak sağladığı ifade edilebilir. Yine yerlilik ve millilik bağlamında toplumun edilgenleştirilerek farklı alanlarda iktidara/otoriteye istisna yaratma ayrıcalığının tanınmasına fırsat verdiği; yerli ve milli olanı tanımlama, dolayısıyla da siyasal meşruiyetin çerçevesini belirleme konusunda otoritenin mutlak bir konum edinmesine imkan verdiği belirtilebilir. Aynı şekilde bu yerlilik-otorite denkleminin, bir yandan yerlilik ve millilik nosyonunun siyasal egemenliği otorite temelinde tanımlama konusunda seferber edilmesini sağladığı; diğer yandan da otoritenin yerlilik / millilik hattını güçlendirmesine, yeniden üretmesine koridor açtığı ifade edilebilir. Böylelikle otorite ve yerlilik hattının en nihayetinde birbirini meşrulaştıran ve rasyonalize eden bir nitelik sergilediği söylenebilir.
Yerlilik/millilik söylemleri, esas olarak dış güçlere karşı (özellikle de batıya karşı), onun baskıcı, çifte standartlı, çıkarcı tutumuna karşı güçlü, özgün, bağımsız, operasyonel bir siyaset üretmeyi salık veriyor. Ancak uygulamada söz konusu söylem, ülkede dış güç karşıtı iktidar kadrolarının, iktidarın gücünü artırmak, pekiştirmek ve sürdürmek üzere “dış güçlere” atfedilen otorite-yoğun yönetim tekniklerini sahiplendiği ve uyarladığı bir süreci besliyor.
İktidar kurumu için daha fazla otorite ve daha fazla güç, yerlilik ve millilik paradigmasını tanımlayan temel ilke haline geliyor. İktidar kurumunun politika, öncelik ve beklentilerine uyumlu hareket eden kurum ve aktörler milli olarak işaretleniyor. İktidarın otorite/güç kullanımının önünde engel teşkil eden kural, kurum, aktör vs. gayrı-milli ilan edilerek marjinalleştiriliyor. Yine iktidar kurumunun siyaset anlayışıyla uyumsuz kararlar alan kurum, organ, mahkeme veya denetim biçimi değersizleşiyor. Yerlilik-millilik paradigması, “güçlü devlet, zayıf toplum, uyumlu birey ve üstün devlet aklı” ilkelerini derinleştiriyor. Dahası toplumsal meselelerin soğukkanlı bir şekilde konuşulma imkanı ortadan kalkarken, gündelik konular kolaylıkla bir güvenlik meselesine dönüşebiliyor. Dolayısıyla yerlilik-millilik paradigması, toplumu iktidar temelli bir milliyetçi söylem etrafında militanlaştırma tehlikesi taşıyor. Ülke içinde cadı avı, iç düşman arayışları, tasfiye alışkanlıkları güçlenirken, toplumsal enerjinin bu “sürek avına” harcanmasına yol açıyor.
Kritik Soru ve Final
Gelinen noktada siyasi iktidarı sınırlayıcı kurumların zayıflatılmasına, devletle/iktidarla daha uyumlu hale getirilmesine, siyasi iktidarı güçlendiren, taşıyan bir noktaya taşınmasına yönelik bir süreçten geçiliyor. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında çıkan kriz, siyasi iktidarın bu krizi, “anayasa değişikliğini zorunlu kılan bir gelişme” olarak değerlendirdiği bir ortamın oluşmasına olanak sunmuş durumda. Dolayısıyla krizin, sistem içerisinde, görevi siyasi iktidarı sınırlandırmak, olası aşırı güç kullanımından alıkoymak olan Anayasa Mahkemesinin söz konusu yetki ve rolünü zayıflatmaya yönelik bir süreci tetiklediğini ifade etmek mümkün.
Bu noktada kritik soru şu: Millet iradesi ve çoğunluk oyuna yaslanan bir siyasi iktidar, temel haklar bağlamında bir anayasal yargı kurumu tarafından denetlenebilir mi, denetlenmeli mi? Buna gerek var mı? Ya da ne gerek var?
Eğer iktidar ve devlet kurumunun, herhangi bir demokratik ve anayasal denetim mekanizması olmaksızın her zaman, her koşulda “rasyonel, şeffaf, ölçülü, temel haklara duyarlı, hatasız bir yönetim ve güç performansı sergileyebileceği” yönünde iyimser bir iktidar tasavvurumuz varsa, bu soruya verilecek cevap, tabii ki “olumsuz” olarak şekillenir: Hayır! Zira bu iyimser tasavvura göre, millet iradesine yaslanarak her şeyi her zaman en doğru şekilde karara bağlayan, herhangi bir konuda herhangi bir hata yapması doğası gereği düşünülemeyen iktidar ve devlet aygıtının kurumsal düzeyde denetimine ihtiyaç duyulmayacaktır. Bu yaklaşıma göre güç ve iktidar “iyi ve kötü”nün, “doğru ve yanlışın” ne olduğunu kendi başına belirleme konusunda kusursuz, hatasız bir otorite olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla gücün ve iktidarın üstünde, onu kuşatan, dizginleyen bir normlar, kurallar, değerler setinin olmadığı, normu ve değeri kendine göre belirleyen “her şeye kadir ve hatadan münezzeh” bir yönetim anlayışı yükselecektir. Ancak ne insanlığın yüz yılları aşan tarihsel tecrübesi ne de insanlık tarihinin düşünsel birikimi, iktidar ve devlet aygıtına ilişkin böyle iyimser bir gerçeklik tablosu fısıldamıyor bize. Gücün her daim kendisine, etrafına, insani ve toplumsal ilişkilere zarar verebilecek bozucu bir doğasının olduğuna dair yüzyılları aşan bir insanlık tecrübesi ve birikimi var; efsanelerden, tarihi vesikalardan ve siyasi teorilerden bize ulaşan.
İşte bu tarihi ve düşünsel insanlık birikimi etrafında, modern zamanlarda kuvvetler ayrılığı ve anayasanın/hukukun üstünlüğü gibi ilkeler yanında anayasa yargısı da devlet iktidarının hukuki normlara bağlılığını temin etmek ve vatandaşların temel haklarını teminat altına almak üzere siyaset sahnesindeki yerini aldı.
Türkiye’de ilk etapta siyaset ve toplum iradesinin bürokratik devlet yapısı adına denetimi işlevini üstlenen Anayasa Mahkemesi, 2010’lar itibariyle devlet aygıtı ve siyasi iktidarın özellikle temel haklar bağlamında denetlenmesi fonksiyonuyla ortaya çıktı. Mahkemenin, bu fonksiyonuyla hem devlet - toplum ilişkilerini hem de sosyal gruplar arası iktidar ilişkilerini (demokratik siyaset, çoğulcu rekabet ve hukukun üstünlüğü bağlamında) dengeleyici bir rol üstlendiği söylenebilir. Dolayısıyla onun bu işlevinin iktidar kurumu lehine dönüştürülmesi ya da daraltılması, (somut siyasi isimlerden ve partilerden bağımsız olarak), siyaset ve iktidar kurumunun toplumsal alanı yönlendirme, sınırlandırma kapasitesini genişleten bir etki oluşturabilir.
Öte taraftan Anayasa Mahkemesi’nin yetkisini aşıp aşmadığını, günün siyasi iktidarına veya belli bir siyasi partiye, belli bir toplumsal grubun görüşlerine uygun karar verip vermediğine göre belirleyemeyiz. Bu, hukukun ve yargının partizanlaşması demek. Hukuku ve yargıyı siyasi iktidarın veya belli bir partinin otoritesi altına almak anlamına gelir.
İlkesel ve kurumsal olarak bireysel özgürlükleri, vatandaş haklarını devlet iktidarının aşırı kullanımına karşı güvence altına almak için var olan kurumların batıcılık etiketiyle itibarsızlaştırılması ve zayıflatılması, devletin bireysel özgürlükleri ikincilleştirdiği ve teferruata dönüştürdüğü, kural yerine gücün belirleyici olduğu bir siyasal düzlemin gelişimine yol açar.
Bu durumsa siyaset ile toplum arasındaki “katılım ve iktidar mesafesi”ni artıracağı gibi etkileşim süreçlerinde iktidar alanının gücünü pekiştirecektir. Ayrıca siyaset ve toplum alanında sosyal gruplar arası siyasal cemaatleşmeyi ve kutuplaşmayı besleyerek, ülke enerjisinin grupsal ayrışmalara harcanmasına zemin sunar. Halbuki ihtiyacımız olan şey, toplumsal olarak ayrışmak değil; yeni siyaset koşullarımız altında, ideolojik pedagojilerden, ikircikli tutumlardan ve güç kutsamalarından uzak, kurumsal olarak kuşatıcı bir “siyasal merkez” ve “kurala dayalı bir düzen” inşa edebilmek.
Anayasa Mahkemesinin hak ve özgürlükler temelli yetkilerini zayıflatmak, dolayısıyla zayıf bir Anayasa Mahkemesi modeline geçmek, siyasal hayat ve siyasal sistem içerisinde hak özgürlüklerin de zayıflamasını, ikincilleşmesini, sivil toplumun zayıflamasını, gücün iktidar etrafında yoğunlaşmasını beraberinde getirecektir. Bu, devlet otoritesinin toplum ve birey üzerinde bağımlılık ve baskı üretebileceği bir düzene geçiş anlamına gelir.
İktidar kurumunu güçlendirmek, her zaman, onu kullananlar için keyifli, heyecanlı ve konforlu bir imkan sunabilir. Ancak ülkenin geri kalanı için, toplum ve vatandaşlar için, hakların zayıflaması, önemsizleşmesi anlamına gelebilir. İktidar kurumunun yönetim kapasitesini güçlü tutmak kadar, onun hukuki normlar etrafında dengelenmesine ve sınırlandırılmasına da ihtiyaç var. Güç, her zaman bir yerlerde toparlanır ve belli mevkilerde kullanılır. Ancak “hukuk hepimize lazım!”
-------------------------------------
Görsel:DepoPhotos
Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’de, yüksek lisansını İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yaptı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasi sistemler, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyaseti ve muhafazakar siyaset konularıyla ilgileniyor.