ANALİZ
Klasik Sömürgecilik, Afrika ve İsrail
İsrail’in Filistin’de işlediği savaş suçlarının ve işgallerin kendisi kadar Batılı iktidarların bu eylemleri koşulsuz desteklemesinin arka planını düşünürken sömürgeciliğin rolünü ıskalamamak gerekiyor. Sömürgecilik anlaşılmadan bu işgal ve destek anlaşılamaz.
İSRAİL'İN, Gazze’de silahlı çatışma hukukundan en temel insan haklarına kadar tüm uluslararası hukuk kaidelerini yerle bir ettiği bu günlerde “yerleşim sömürgeciliği” kavramı yeniden gündeme geldi. Avrupalı sömürgecilerin Amerika kıtasının tamamında uyguladığı bu sömürgecilik tarzı, tüm vahşetiyle ve bu kez tüm dünyanın izleyebildiği bir küresel ortamda İsrail tarafından yeniden sergileniyor. Klasik sömürgecilik yeterince iyi anlaşılamadığından olsa gerek, İsrail’in 1948 itibariyle Filistin’de yürüttüğü faaliyetin aslında sömürgecilik olduğu yeterince idrak edilemiyor. İsrail’in işlediği savaş suçlarının ve işgallerin kendisi kadar Batılı iktidarların bu eylemleri koşulsuz desteklemesinin de sömürgecilikle yoğun bir ilgisi var. Söz konusu bağı açıklamak ise, en başında Afrika’da tecessüm eden sömürgecilik olgusunu tüm esaslarıyla ele almayı gerektiriyor.
Sömürgeciliğin aslında ne olduğuna dair en isabetli tasvirlerinden biri ünlü akademisyen Mahmoud Mamdani’den gelmiştir. Mamdani, sömürgeciliği Avrupa toplumunun Adolf Hitler’e bakışı üzerinden tarif eder. Nazi Almanyasında ve İkinci Dünya Savaşı sırasında işlenen suçların en tepedeki sorumlusu olan Hitler halen toplum vicdanında yargılanmaktadır. Fakat Hitler’in asıl kabahati ne gaz odalarında ve kamplarda yarattığı katliamlar ne de sivilleri hedef alan hava saldırılarıdır. Hitler, Avrupa’yı işgal ederek ve Avrupalıları, kendi ürettiği bir medeniyet söylemi doğrultusunda siyasal şiddetin objesi kılarak Batı toplumuna, yani ait olduğu coğrafyaya ihanet etmiştir. Daha açık bir ifadeyle Hitler, sömürgeci Avrupa’nın geçmişte sömürge topraklarda yaptığı ne varsa tüm bunları Avrupa’ya taşımış ve Avrupa’yı sömürgeleştirmiştir. Hitler, bu cihetle acımasız katliamların soğukkanlı bir azmettiricisi değil, “ilkel ve barbar” toplumlara tatbik edilmesi gereken yöntemleri “medeni dünyaya uygulayan bir hain” olarak kabul edilmelidir. Zira Hitler’in savaş sırasında işlediği suçları sömürgeciler başta Afrika olmak üzere dünyanın her yerinde, herhangi bir sınırlama veya kınama yaşamadan uygulamaktalardı zaten.
Mamdani’nin, Hitler imgesiyle sömürgeciliği ifşa ettiği bu tasviri, esasen sömürgecilik olgusunun temel bileşenlerini de büyük oranda ortaya çıkarmaktadır. Günümüz dünyasında tek örneği İsrail’in Filistin’deki işgalleriyle mevcut olan klasik sömürgeciliğin temel bileşenleri nelerdir? Sömürgecilik, tam manasıyla anlaşılmadan İsrail’in herhangi bir kaideye dayanmayan şiddet eylemlerini nasıl meşrulaştırdığı, Batılı toplumların bu eylemleri nasıl mazur gördüğü de anlaşılamaz.
Her sömürgeci işgal, öncelikle kendisini din olgusuna ve anlatısına dayandırır. Bu doğrultuda sömürgecinin “fetih” fikriyle dünyada belli bir coğrafyayı istilası söz konusudur. Coğrafi keşifler gibi sömürgecilik de en baştan zenginliklere ulaşma hedefini kilise ve dünyanın Hıristiyanlaştırılmasına isnat ediyordu. Kutsal savaşların, özellikle de Haçlı Seferlerinin devamı olarak ortaya çıkmış bir sömürgecilik mevcuttu. Fakat genelde Doğuya yönelen Haçlı akınlarının aksine bu kez göreceli de olsa bir denklik yoktu. Sömürgeciler, Osmanlı İmparatorluğu gibi dişli bir düşmanla savaşmaktansa Afrika veya Amerika kıtasında daha savunmasız, daha dayanıksız ve daha dağınık topluluklara hücum etmeyi yeğlediler. “God, Gold, Glory” mottosunda kendini gösterdiği gibi dini motivasyon, her sömürgeci faaliyette oldukça güçlüdür. İsrail, her ne kadar dünyaya “laik” bir devlet olarak pazarlansa da Filistin’deki varlığı kadar bir etnik topluluk olarak var oluşunu da Yahudiliğe borçludur. İki dünya savaşı arasında göç etmek için Filistin’i seçmelerinin Yahudi dini anlatısından başka geçerli bir nedeni yoktur. Çoğu Avrupa ülkelerinden gelen Yahudiler, daha rahat yaşayacakları New York veya Kaliforniya’yı değil, Filistin’i tercih etmişler ve bunu da Tevrat’a dayandırmışlardır. 1948 sonrasında planlı ve sistemli biçimde yürütülmüş/yürütülmekte olan yerleşim sömürgeciliği kaynağını yine dinden almaktadır. “Goyim”lerin Filistin’de hiçbir hakları olamayacağı için evlerinden, köylerinden ve şehirlerinden sürgün edilebileceğine, her türlü varlıklarına el konulabileceğine dair düşünce, günden güne Filistin haritasını değiştirmiştir. İsrail’in “Nil ve Fırat” arasında egemenlik kurma iddiası yine dini anlatının ürünü bir fantezidir. Görüldüğü gibi İsrail, sömürgecilere ait dini anlatı merkezli bir işgal planını sahnelemektedir.
Sömürgeciliğin ikinci temel bileşeni, “medenileştirici misyon”dur. Batılı toplumların “medeni ve modern”, Batı-dışı toplumların “ilkel ve barbar” olarak tanımlandığı sömürgeci dikotomi, medeni olanlara insanlığın gelişimi ve zenginleşmesi adına “barbarları medenileştirme” görevi atfeder. Irkçılığın kökeni sayılan bu yaklaşım, dünyayı insan-alt insan veya üst-soy/alt-soy olarak kategorize eder. Bu iddia, sömürgeci ve sömürülen arasındaki gayri hukuki ve ahlaki ilişkiyi meşrulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda sömürgeciye aşılması neredeyse imkânsız bir üstünlük sunar. Medenileştirici misyonun asıl amacı da zaten medenileştirmek değildir: Tüm hukuk dışı eylemleri gereklilik parantezine almak ve maddi-teknolojik üstünlüğün sürdürülmesine dayalı olarak süregelen yüksek bir statü sahibi olmaktır. Medenileştirici misyonun sahadaki yansıması ise sosyal Darwinizimle uyumlu şekilde kurgusal üstünlüğünü sürdüren beyazların hayatta kaldığı ve musallat oldukları toplulukların fiziksel ve kültürel açıdan yok olduğu bir vasatta gerçekleşti. Afrika toplumlarında pek çok insan bugün hala Batı’nın aşılması imkânsız biçimde üstün olduklarına inanıyor. Benzer şekilde pek çok Avrupalı da sömürgeciliğin vahşet anlamına geldiğini kabullense de “insanlık ve medeni dünya” adına gerekli olduğunu ifade ediyor. Sömürgeciliğin geçmişte var olmuş ve etkisini halen sürdüren bu çizgiyi şimdilerde İsrail sürdürüyor. 7 Ekim sonrası gerçekleştirdiği sivil ve çocuk katliamlarını savunan İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu sık sık “medeniyet”e atıf yapıyor. “Biz kaybedersek, Batı medeniyeti büyük bir yenilgiye uğramış olur”, “bu savaş, medeniler ve barbarlar arasında”, “medeniyet düşmanları” gibi beyanatlar veren Netanyahu’nun bu sözleri tesadüf değil, zira sömürgeciliğin temel bir eksenine işaret ediyor. Bunca medeniyet vurgusunun arkasında yalnızca şiddet eylemlerini meşrulaştırma çabası yok, aynı zamanda kendisini geleneksel sömürgeci güçlere iliştirme ve onların uzantısı kabul edilme beklentisi de var. Böylece kendi geçmişleriyle bağ kuran Batılı devletler, İsrail’in gerekçelerini peşinen kabul eder hale geleceklerdir.
Sömürgeciliğin üçüncü bileşeni, zenginlik hedefiyle yürüttüğü doğal kaynakların mülkleştirilmesi eylemidir. Sömürgeciler, işgal ettikleri topraklardaki tüm yer altı ve yer üstü kaynakları ele geçirmişlerdir. Buna insan kaynağı da dahildir ki, sömürgeciliğin en önemli sektörlerinden biri de köle ticaretiydi. Köleleştirme ve köle ticareti dünyada görülmemiş bir vahşetin uygulanmasına yol açmıştır. Yer altı kaynaklarının işletilmesi ise altın ve elmas gibi dönemin bilinen madenleriyle başlamış, daha sonra enerji kaynaklarına ve uranyuma kadar uzanmıştır. Doğal kaynakların mülkleştirilmesi, Afrika’da sömürgeciliğin en çok konuşulan boyutunu teşkil eder. Filistin’de ise, kendisine ait olmayan bir ülkeyi yerleşim sömürgeciliğiyle, hane hane topraklarına katarken, aynı zamanda güçlü enerji rezervlerinin ve enerji kavşaklarının da sahibi olmuştur. Filistin’deki genişlemesi sayesinde İsrail, bugün Doğu Akdeniz’in en önemli aktörlerinden birine dönüşmüştür.
Sömürgeciliğin olmazsa olmaz koşullarından dördüncüsü ise, elbette siyasal şiddettir. Dini bir motivasyonla ülkeleri işgal edilen, medeni-barbar ikiliği üzerinden insanlıktan çıkarılan ve kaynakları (buna o toplumun evlatları da dahil) ele geçirilen insanlar kategorik ve sistemli bir şiddetin objesine dönüşmektedir. Sömürgecilik tarihinin bir şiddet eylemleri tarihi olması hedef toplumların dünyanın gözünde değersizleştirilmesiyle doğrudan irtibatlıdır. Ayrıca sınırsız sömürgeci şiddet, şiddete muhatap olan sömürge halkların benliğini ve hafızasını yitirmesi, sömürgeci beyazların üstünlüğünü kabul etmesi, egemenliğin mutlaklaştırılması gibi gerekçelerle sömürgeci iktidarlar tarafından bir vazife gibi görülmüş ve öyle tatbik edilmiştir. Tıpkı İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve bir ay dolmadan binlerce sivilin hayatını kaybettiği gibi şiddette olduğu gibi. Fakat bu kez siyasal şiddet, Kongo’da veya Cezayir’deki gibi zamana yayılmış biçimde değil, F-16’larla, misket ve fosfor bombalarıyla, kitlesel imha silahlarıyla tezahür ediyor. Her sömürgeci siyasal şiddette hedef, İsrail’in de yaptığı şekilde etnik temizliktir. Haçlıların kutsal savaşlarına benzer şekilde İsrail’i yöneten fanatik Yahudilerin dünya hakimiyeti hayaliyle arzu ettikleri Armageddon Savaşı, sömürgeci şiddet idealinin son noktasını andırıyor.
Batılı devletlerin bugün İsrail’e verdiği desteğin, İsrail’in gerekçe ve iddialarını peşinen kabul etmelerinin arka planını düşünürken sömürgeciliğin rolünü ıskalamamak gerekiyor. İsrail’in “medeni dünya”ya ait kabul edilmesi, sömürgeciliğin tüm aktörlerinin İsrail’in arkasında sıralanmasına, bir “beyazlar” ittifakına yol açıyor. Benzer eylemler, benzer kimlikler ve benzer argümanlar sömürgecilik ve kötülük etrafında bir koalisyon teşekkül ettiriyor. Batı dünyasından İsrail’e yönelik itirazların, sömürgeciliğin mağduru olmuş toplumlardan gelmesi bu bakımdan son derece anlamlı. Bir de elbette tarihin getirdiği bir yük var. Holokost Endüstrisinin tepe tepe kullandığı soykırım iddiaları ödenmesi imkânsız bir borca dönüşmüş halde. Dahası İsrail, Batı’nın saklamaya çalışırken başka günahlar işlemek zorunda kaldığı bir ilk günah gibi sırıtıyor.
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler, Dr.