ANALİZ
Güçlü Lider Siyasetinin Tuhaf Cazibesi -I
Güçlü lider siyasetleri, problemlerle dolu uzun bir döneme rağmen gelişim göstermeye devam ediyor. Liberal demokrasi bu gelişime karşılık verebilir mi?
SON DÖNEMLERDE küresel siyaseti tanımlayan güçlü liderleri araştırdığımızda genel bir model ortaya çıkıyor. Karşımızda zengin dünyada plastik yüzü ve altın varaklı eğlenceleriyle ünlü Silvio Berlusconi, Amerikalıları çamaşır suyu içmeye teşvik eden cehalet temsili Donald Trump ve bir doğum günü pastası tarafından “pusuya düşürülerek” iktidarı kaybeden ilk İngiltere Başbakanı olmanın eşiğinde olan Boris Johnson var. Diğer tarafta ise televizyonlarda boş boş gezinen merhum Hugo Chávez, Covid aşılarını AIDS ile ilişkilendiren Brezilyalı Jair Bolsonaro ve bulut örtüsünün Hint jetlerini düşman radarından gizleyebileceğini düşünen Narendra Modi bulunmakta. Öyle görünüyor ki dünyayı bir noktaya kadar şekillendiren bu isimlerin hepsindeki ortak özellik şaşırtıcı derecede gülünç olmaları.
Tüm bunlara rağmen asıl sorulması gereken bu kadar etkili olmayı nasıl başardıklarıdır. Bu denli bir yaklaşım; Johnson ve onun cavalier Toryizm’ini, sağdaki Vladimir Putin’i veya korkunç derecede otokratik solda konumlanan Chávez’i ilişkilendiriyor gibi görünebilir. Hepsi de popülist siyasetin örnekleri olarak karşımıza çıkar: Cesur koruyucu liderler, “halkı” birlik olarak hareket etmeye, iç ve dış düşmanların boyunduruğundan kurtulmaya çağırıyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki yılların iyimser beklentilerini haksız çıkaracak bu liderlere yönelik küresel çaptaki eğilim, 2010 ve 2020’li yılların belirleyici özelliklerinden biri olmuştur.
Macaristan’da Viktor Orbán üst üste dördüncü seçimi kazanarak Başbakan oldu. Marine Le Pen, Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Emmanuel Macron’a kaptırmış olabilir, ancak yine de %41,5’luk oy oranı günümüz Avrupa sağı için oransal olarak en yüksek seçim başarısı olarak kalmaya devam ediyor. Putin’in Ukrayna’daki şiddet ve kaosu Avrupa’nın çehresini dönüştürüyor. Ancak bu dönüşüm diğer güçlü liderlere (Hindistan’daki Naredra Modi gibi) savaşa karşı çıkan uluslararası koalisyonlara katılma noktasında baskı uygulamış görünmüyor. Bolsonaro, Ekim ayında seçimleri tekrar kazanabilir. Amerika’da ise 2024 seçimleri yaklaşıyor. Trump için ikinci ve belki de daha aşırı bir dönem beklentisi mevcut.
İki uluslararası yorumcu, liderlerin bu gülünç taraflarını dikkate alarak felaket dönemi olarak adlandırdıkları bu süreci anlamlandıran yeni kitaplar kaleme aldılar. Financial Times’ın dış işleri köşesi başyazarı Gideon Rachman, 1945’ten bu yana gerçekleşen olayları üç döngüye ayırmakta: Savaş sonrası patlama yılları, 1970’lerden mali çöküşe kadar “neoliberal dönem” ve son olarak 2008 sonrası “güçlü liderler çağı”. Onun yeni kitabı bu üçüncü evreye odaklanıyor. Ünlü Venezuelalı düşünür Moisés Naím ise çok satan The End of Power isimli kitabının devamı olarak kaleme aldığı The Revenge of Power çalışmasıyla geri döndü. 2013 yılında yayımlanan ilk kitapta - kiliselerden siyasi partilere ve gazetelere değin uzanan - eski otorite merkezlerinin tekel konumlarını nasıl kaybettiklerine odaklanırken, yeni çalışmasında ise merkezi otoritenin buna nasıl direndiği konusuna dikkat çekiyor. Naím, yeni otoriteler sayesinde “gücün, kötü huylu yeni bir form olarak” yeniden örgütlendiğini savunuyor.
Rachman, Bolsonaro’dan Johnson’a güçlü liderliğin bir dizi portresini sunuyor. Onların temas ettiği ağlara ve seyahatlere odaklanıyor. Naím ise yeni otoriteleri “üç” başlık altında özetleyerek argümanına açıklık getiriyor: Popülizm, kutuplaşma ve post-truth siyaset. Her iki yazar da hikayesine 1990’larla başlıyor ve benzer örneklerden hareket ediyorlar: Rachman Putin ile, Naím ise Berlusconi ile başlıyor. Rachman’ın anlatısının belirli bir keskinliği ve üstünlüğü göze çarpıyor. Bu üstünlük sadece Putin’i başlangıç noktası alması ile ilgili değil, aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin üçüncü ayında olmamızla da ilişkili. Günümüzün tarihi yalnızca son olayların özeti olma riskini içerebilir. Ancak Rachman’ın portreleri ve ayrıntılara gösterdiği dikkat bundan kaçınma noktasında iyi bir iş ortaya koyuyor.
Geçmişin diktatörleri kaba kuvvet ve zorbalığı kullanırken – Kim Jong’un Kuzey Koresi gibi katı rejimler hala benzer yöntemlere başvuruyor- bugün gücün gizlice yoğunlaşması tercih ediliyor. Naím, yeni otoritelerin ya otokrasileri demokrasi olarak lanse ederek ya da mevcut demokrasilerin kontrolünü ele geçirerek “mutlak iktidarı ona düşman olunan bir anda yeniden inşa etmeyi” başardıklarını açıklıyor. Filipinler’deki Rodrigo Duterte ve Macaristan’daki Orbán örneklerine atıfta bulunarak, seçim demokrasisi perdesinin ardında hukukun üstünlüğünü ve liberal demokratik kurumları nasıl aşındırdıklarını, para ve bilgi akışını nasıl bozduklarını ve sistemi kendi lehlerine göre biçimlendirmeyi nasıl başardıklarını gösteriyor.
Bir diğer deyişle Naím’in on yıl önce tanımladığı eğilimler -eski otorite merkezlerinin dağılması– gücü yoğunlaştırmanın yeni yollarının bulmasını sağlamıştır. Tüm gelişmeler bir uyum ve evrim hikayesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda her iki yaklaşım da sürecin işleyişine ışık tutmakta. Yerel ve ulusal farklılıklar görünür olsa da son yirmi yılda yeni otoriter rejimler için tipik bir çerçevenin ortaya çıkmaya başladığı söylenebilir: Güçlü liderlerin birbirinden çok şey öğrendikleri bir deney süreci sonucunda oluşan genel çerçeve.
Suudi veliaht prens Muhammed bin Salman’ın İngiliz danışmanı, Rachman’a şunları söylüyor: “Ona [Putin’e] kendini kaptırdı. Adeta hayran gibiydi.” Putin’in diğer hayranları Duterte’den Rudy Giuliani’ye, Nigel Farage’den Marine Le Pen’e kadar uzanıyor. Putin, kuralları çiğneyen (Meksika’da Andrés Manuel López Obrador’un “tek adamın ülkesi” sloganında olduğu gibi), yapay sivil toplum kuruluşlarının (Naím’in “hükümet örgütlü sivil toplum kuruluşları” olarak adlandırdığı gibi) ve kültür-savaş siyasetinin ortaklaşa tercih edildiği (bir Rus liberalinin Rachman’a belirttiği gibi: “Rusya’da siyaset, buzdolabı ile televizyon arasındaki bir yarışmadır”) bir kişilik kültünü birleştiren ilk lider örneklerinden biri olarak dikkat çekiyor.
Bir Venezuelalı olarak Naím’e göre anavatanındaki “Chavismo” Amerika’daki Trumpizm’in habercisiydi. Naím, “2016’da ABD siyasetini saran gösteriyi korkuya kapıldığım bir dejavuyla takip ettim.” diye yazıyor ve ekliyor: “Tehlikeyi çok geç fark eden net olmayan seçkinler tarafından söylenen tuhaf sözler, kolay cevaplar ve öfkeli suçlamalar. Bu filmi daha önce de görmüştüm.”
The New Statesman sitesinde 27 Nisan 2022 tarihinde “The strange allure of the strongman leader” başlığıyla yayımlanan yazının ilk kısmını Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.