ANALİZ
Şirketler ve Demokrasi: Siyasal CEO
Amerika’da iş dünyası ve siyaset, endişe verici sonuçlarıyla birlikte daha da yakınlaşıyor.
AMERİKALILAR DİĞER ülkelerde iş dünyası ve siyasetin iç içe geçmeye başladığını gördüklerinde bunu genellikle kurumsal çürüme, eş-dost kapitalizmi veya otoriterliğin bir işareti olarak görürler. Bugün Amerika’da hükümet ve şirketlerin iç içe geçtiği bir örnekle karşı karşıyayız. Georgia ve diğer eyaletlerdeki oy vermeyi kısıtlayan yeni yasalara dair CEO’ların protestosu örneğinde olduğu gibi, bu ilişki bazı zamanlar daha saygın nedenlerle gün yüzüne çıkabiliyor. Bazı zamanlar bu durum JBMorgan Chase’in patronu Jamie Dimon’un diğer pek çok kaygının yanı sıra askeri üretim ve ceza yargılaması hakkında olan en son beyanatı gibi devlet adamı-ceo (the statesman-ceo) örneği olarak da karşımıza çıkabiliyor. Bilhassa bir lobi grubu olan Business Roundtable’ın sorumluluk alanını nasıl şirketlerinin, topluluklarının ve ülkelerinin başarısı için tüm paydaşlara hizmet etmeyi kapsayacak şekilde genişlettiği de bu hususa önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Bu dergi oy kullanma haklarının korunmasını güçlü şekilde desteklemektedir. Biz rekabetçi pazarlarda faaliyet gösteren şirketlerin sosyal gelişimi ilerlettiğine inanıyoruz. Bununla birlikte klasik liberaller olarak güç yoğunlaşmalarının da tehlikeli olduğunu düşünüyoruz. Pek tabii iş insanları her zaman kendi çıkarları için lobi faaliyetleri yürüteceklerdir. Ancak bunu hükümete yaklaşarak yapmaya devam ederseler hem ekonomiye hem de siyasetin kendisine zarar vereceklerdir.
Amerika, limited şirketlerin devlet tarafından yetkilendirilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırarak 19. yüzyılda işletmelerin siyasetçilerden ayrılışına öncülük etmişti. Bu yenilik patronaja karşı çıkarak Amerika’nın zenginleşmesine yardımcı oldu. Devlet ve şirketler arasındaki çalkantılı ilişki, Yaldızlı Çağ’ın (Gilded Age) hırs ve aşırılığından 1945 sonrası korporatizmine kadar devam etmişti. Son yıllardaki baskın düşünce ise yöneticilerin otoritesinin şirket sahiplerinden geldiğini ve onların genellikle uzun vadeli karları maksimize etmek için sahiplerinin çıkarlarına öncelik vermeleri gerektiğini savunan 20. yüzyılın ünlü ekonomisti Milton Friedman’dan beslendi.
Söylemek gerekir ki, şimdiye kadar çok az şirket bu ideale ulaşabilmiştir. Bugün çeşitli baskılar nedeniyle çoğu şirket bunu açıkça reddetmektedir. Daha fazla vatandaş kendi değer verdikleri amaçları şirketlerin de desteklemelerini istedikçe CEO’ların bu taleplere sessiz kalmaları suç ortaklığı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Fon yöneticileri müşterilerinden gelen taleplere yanıt olarak şirketlerin “sosyal ve yönetişim” skorlarını değerlendirmeye ve daha kârlı ücretler oluşturmaya çalışırlar. Teknoloji şirketleri siyasi söylemler üzerinde önemli etkiye sahiptirler. Pek çok Amerikalı, Washington’daki hükümetin çöktüğünü düşünüyor ve büyük işletmelerin bu boşluğu doldurmasını umut ediyorlar. Donald Trump iş dünyasına karşı zorba ve baştan çıkarıcı bir tutum sergilemişti. Başkan Joe Biden ise ulusal yenilenmeyi sağlamak, iklim değişikliği ile mücadele etmek ve Çin’in yükselişi karşısında Amerika’yı hazır hale getirmek için iş dünyası ile ittifak üzerine kurulmuş büyük bir hükümet gündemine sahip durumda.
Bu hedefler bireysel olarak takdire şayan olsa bile, bu değişikliklerin iş dünyasının benimsediği role ilişkin eksik değerlendirmeler içerdiği ve bu anlamda birtakım riskler barındırdığı da söylenebilir. Bu durum ise herkesin itibarını sarsan bir riyakârlık gösterisi halini alır. Sosyal açıdan bilinçli birçok yatırım fonu, tekelleşme karşıtı ihlallerle suçlanan teknoloji devlerinin hisseleriyle doludur. Tüm paydaşlarına bakmayı taahhüt eden Business Roundtable üyeleri geçen yıl yüz binlerce kişiyi işten çıkarmaya devam ettiler ve hala pandeminin yarattığı sosyal maliyetin karşılanması için önerilen vergi artışına karşı kampanyalar yürütmekle meşgul durumdalar. Demokrasinin merkezinde yer alan oy kullanma hakkını savunmak son derece doğaldır. Ancak bu kaçınılmaz olarak bir sonraki değerlendirmeleri yani yeni federal oylama yasalarına verilen destek, Yüksek Mahkeme reformu ve Sincan’daki insan hakları ihlalleri nedeniyle Çin’e karşı yapılacak boykot gibi hususları beraberinde getirecektir. Peki, CEO’lar şirketlerinin ahlaki aktörler olduğunu iddia ettikleri vakit, bu iddiada ne denli istikrarlı veya tutarlı olabileceklerdir?
Ekonominin canlılığı da tehlike altında. Şirketlerin tüm paydaşlara hizmet etme çağrıları, rakip talep veya iddialara nasıl öncelik vereceklerine ve CEO’ların performanslarını nasıl ölçeceklerine dair çok az yönlendirme içerdiği için içi boş bir söylem olma riski taşımaktadır. Sağlıklı bir şirket ortamı heterojen bir yapıya sahiptir, yani tek tip değildir: İstihdam yaratan bir ekonomide bile bazı şirketlerin insanları işten çıkarması gerekir ve emisyonları azaltan bir ülkenin de petrol satması için bazı şirketlere ihtiyacı vardır. Günümüz şirketlerinden bazıları, hükümete olan yakınlıkları sayesinde bir kuruluşla bağlantısı olmayan yenilikçi kimselere ve çabalara karşı korunmaktadırlar. Georgia’da oy kullanma yasasını değiştirmek için özel bir çaba sarf eden Delta Air Lines şirketini dikkate alalım. Bu şirket, tüketicilere zarar veren, 8,5 milyar dolarlık devlet yardımı alan, salgın sırasından işgücünü %19 azaltan ve çevreyi önemli derecede kirleten bir oligopolün parçasıdır.
Bu ilişkide siyasetçilere dair risk ise daha güç tanımlanır ve hemen göze çarpmaz. Ancak onların tutarsızlıkları yine de açıktır: Bir zamanlar şirketlerin siyasete katılımını eleştiren yenilikçi kişiler şimdi bu birlikteliği teşvik ederken, zamanında büyük iş sektörlerini fazlasıyla dikkate alan Cumhuriyetçi liderler ise şu an tam tersini talep etmektedirler. Ancak siyasetçiler bu riyakârlık suçlamalarını her zaman olduğu gibi başka yöne çekerek savuşturuyorlar. Gerçek tehlike, oy verme reformu gibi siyasi sorunları çözüme ulaştırma noktasında iş dünyasından yardım talep edildiğinde ortaya çıkacaktır. Bu durumda yöneticilerin kendi kısıtlı menfaatlerini desteklemek için masadaki sandalyelerinin gücünü kendi çıkarlarına kullanmaları riski ortaya çıkacaktır. Siyasete karşı oluşan yaygın hoşnutsuzluğun, seçilmemiş CEO’lara veya seçkinlere daha fazla güç verilerek çözülebileceği fikrindeki uyumsuzluk aşikârdır.
Friedman’ın onayladığı rekabetin, şirketler ve siyaset hakkında daha iyi bir düşünme şekline işaret ettiği söylenebilir. Rekabet, sosyal gelişimi benimsemeyi meşru ve yararlı kılar. Bir piyasada şirketler, toplumun tercihlerini önceden tahmin etmeli ve bunlara uyum sağlamalıdır. Tüketiciler daha insancıl ve daha az savurgan ürünler talep ettikleri için Beyond Meat’ten Tesla’ya kadar birçok önemli şirket bunları sağlamak için yenilikler yapmaktadırlar. Bu da McDonald’s ve General Motors gibi daha köklü şirketleri uyum sağlamaya zorlamaktadır. En iyi personeli işe almak için şirketlerin geniş ve farklı kültürlere olan ihtiyacının giderek daha fazla ortaya çıktığı görülmektedir. Ayrıca şirketlerin uzun vadede başarılı olmak için dışsallıklara ilişkin yasaların kamuoyu değiştikçe nasıl dönüşeceğini tahmin etmeleri gerekir. Bugün çok az kapitalist, Sincan’daki çalışma kamplarından gelen karbon emisyonları veya tedarikler için sıfır vergi kabulünü temel alan kalıcı yatırımlar yapacaktır.
Belki de yeni kurumsal gündem bu rekabetteki başka bir cepheye işaret etmektedir: Müşteri ve yetenekli kimseleri kazanmak için pazarlama stratejisi. Eğer öyleyse Home Depot personeli arasında oy verme katılımını arttırma programı gibi daha iyi ve etkili yöntemler mevcuttur. Ancak bilinmelidir ki şirketler etkili bir hükümetin yerini tutamaz. Piyasaların tekelleşme veya yozlaşma ile çarpıtılmamasını sağlayan ve böylece rekabetçi olmasını güvence altına alan devlettir. Yalnızca hükümetler çevre kirliliği gibi dışsallıkları vergilendirebilir ve bir sosyal güvenlik ağı oluşturabilir. Ayrıca Amerika’nın sert ve köklü bölünmelerine aracılık yapmanın ve temel haklarını korumanın tek meşru yolu siyasi süreç ve mahkemeler vasıtasıyla olur, yönetici kesiminin kendisi ile değil.
The Economist’te 17 Nisan 2021 tarihinde “Companies and Democracy: The Political CEO” başlığıyla yayımlanan yazıyı Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz.