×
EKONOMİ
7.07.2024

ANALİZ

Neoliberalizmden Sonra Dünyayı Ne Bekliyor?

Devlet geri dönüyor; fakat neoliberalizmin gerçekten geçmişte kalması için bu dönüşün farklı bir şekilde olması gerekiyor. Bu da ekonomiyi büyük şirketler veya finansal çıkarlar yerine sıradan insanların ihtiyaçlarına göre dengelemeyi amaçlayan politikaları gerektirecek.
BIDEN YÖNETİMİNİN yakın zamanda Çin mallarına yönelik açıkladığı yüksek gümrük vergisi artışları, onlarca yıldır süregelen neoliberal ortodoksiyle çelişen müdahaleci ekonomi politikaları zincirinin son halkası. Üstelik Biden yönetimi bu konuda yalnız değil; artık birçok hükûmet, ekonomist ve kurum, uzun süredir benimsedikleri serbest piyasa doktrinini gözden geçiriyor.

Bu yazıda, Mehrsa Baradaran, Anne O. Krueger, Mariana Mazzucato, Dani Rodrik, Joseph E. Stiglitz ve Michael R. Strain'e neoliberal dönemin sona erip ermediğine ve eğer erdiyse bizi neyin beklediğine ilişkin görüşleri yer alıyor.

Mehrsa Baradaran

Neoliberalizmin ardından ne gelecek? Tabii ki gerçek bir serbest piyasa. The Quiet Coup: Neoliberalism and the Looting of America adlı son kitabımda, standart tarihsel anlatının aksine, neoliberal ideolojinin her zaman bir yanıltmaca olduğunu savundum. Neoliberalizm, Keynesyen ekonomi ya da yükselen Marksizm’e karşı bir tepki değildi. Bilakis neoliberal dogmalar, 1960'larda “Batı İmparatorluğu’nu” yeni bir kılıfa sokmak için benimsendi. Dünya halkları, yüzyıllar süren sömürgeci boyunduruktan kurtulmak isterken, Batılı neoliberal politikacılar "piyasa özgürlüğüne" sarıldı. Zaten bu da "sermaye özgürlüğü" demekti.

Neoliberalizm, genellikle “devlet müdahalesi olmayan kapitalizm” şeklinde tanımlanır. Temel fikri ise ciltler dolusu araştırma ve basit gerçekler ile defalarca çürütüldü: Yükselen dalgalar, herkesin bindiği gemiyi su üzerine çıkarmadı; serbest ticaret, dünyaya barış getirmedi ve piyasalar, hükûmetlerden daha verimli değildi. Her halükârda, serbest piyasanın faydaları ile devletin gücü hakkındaki tartışmalar hedefi ıskalıyor. Çünkü bu tartışmalar, ideolojinin teoride vadettiği şey ile pratikte yaptığı şeyi birbirine karıştırıyor. Siyasi sistemimiz, demokrasiye ne kadar benziyorsa ekonomimiz de kapitalizme o kadar benziyor. Yani neredeyse hiç benzemiyor.

Neoliberalizm, ta başlangıcından beri bir Truva atıydı. Piyasa özgürlüğü vadederken tam tersini sundu: Daha çok yasa, avukat, sübvansiyon ve ABD tarihinin en büyük federal bürokrasisi. Neoliberalizm devlet politikası hâline geldiğinden beri şişen bu bürokrasi, şu anda 11 milyondan fazla çalışanı ve 6 trilyon dolarlık devlet bütçesiyle ciddi boyutlara ulaştı. Pratikte, neoliberalizm, devletin düzenleyici yapısına nüfuz etti ve bunu yeniden şekillendirdi. Böylece farkında olmadan, kendi meşruluğunu kaybetmesine bürokrasiyi de dâhil etmiş oldu.

Neoliberal ekonomist ve politikacılar, devletin piyasalara müdahalesinin zararlı ve etkisiz olduğu noktasında kamuoyunu ikna ettiler ve piyasayı kısıtlayan yasaları yürürlükten kaldırma sözü verdiler. Fakat neoliberalizmin gerçekte yaptığı şey, yasa yapım sürecini devletin temsil etmesi gereken halktan uzaklaştırıp, denetlemekle yükümlü olduğu endüstrilere yönlendirmek oldu. Bu hususta endüstri, kilit bir rol üstlenirken yasalar da daha özel, teknik ve karmaşık bir hüviyet kazandı. Bu da kamu katılımını zorlaştırdı ve lobicilerin bilgi ve becerilerine duyulan ihtiyacı artırdı. Ekonomik liberalizm kisvesi altında yolsuzluk, kurumlarımızı içten içe kemirmeye başladı ve hâliyle genel bir güvensizlik ortamı oluştu. Bu güvensizliğin toplumumuzu nasıl etkileyeceği ise pek öngörülebilir değil.

Yolsuzluğunun yerine adalet tesis edilmelidir. Nitekim adalet, özgürlüğün ön koşuludur ve dünyanın serbest bir piyasa ve ortak refahtan tam anlamıyla yararlanabilmesi için bu özgürlük sağlanmalıdır.

Anne O. Krueger

Yaşam standartları, sağlık, eğitim ve hayat kalitesi, son 250 yılda, tüm dünyada kayda değer şekilde yükseldi; böylece muhteşem bir dönüşüm yaşadık. Nobel ödüllü ekonomi tarihçisi Robert Fogel, 2007 yılında şuna dikkat çekmişti: 2000 yılındaki yoksulluk sınırı, 1900'de sadece en zengin %6-7 Amerikalının kazandığı reel gelir seviyesiyle aynıydı!

Bu dönüşüm, 1800'lerde, Birleşik Krallık'ın özel sektörü teşvik etmek, rekabetçi bir ortamda mal ve hizmet üretimini sağlamak ve ticareti serbestleştirmek gibi "neoliberal" politikalar benimsemesiyle başladı. Diğer ülkeler de -bugünün gelişmiş ekonomileri- kısa süre içinde aynı yolu takip etti. 1990'larda, Çin de dâhil olmak üzere birçok gelişmekte olan ülke, neoliberal fikirleri aksettiren politika reformları gerçekleştirdi. Bunun etkisi muazzam oldu: 1990'dan 2020'ye kadar aşırı yoksulluk içinde yaşayan dünya nüfusunun payı, %58'den %9,3'e düştü ki bu, şaşırtıcı bir başarı.

Elbette, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerdeki dengesiz ilerleme, bazı kesimlerin geride kalmasına yol açtı. Sorunların belirginleşmesiyle, bunları gidermek için çeşitli tedbirler alındı. Çocuk işçiliği yasaklandı ve eğitim zorunlu hâle getirildi. Antitröst yasalar çıkarıldı. Özel şirketler, daha sıkı güvenlik kurallarına uymak zorunda bırakıldı. Bankacılık düzenlemeleri yapıldı. İşsizlere, yaşlılara ve diğer zor durumda olanlara yardım etmek için sosyal güvenlik ağları oluşturuldu.

Verimliliğin ve gelir düzeyinin artması, ilerlemenin merkezinde yer alıyordu. İnsanlar zenginleştikçe hem özel tüketime hem de kamu mallarına yönelik harcamalar arttı. Özel sektör, üretkenliği artırmak, yeni ürünler geliştirmek ve ekonomik dinamizmi beslemek için yeterli teşviğe zaten sahipti. Kamu da sudan ulaşıma varıncaya kadar altyapı imkânları sunarak, eğitim ve öğretimi güçlendirerek, güvenlik standartlarını uygulamaya geçirerek, gerçekçi ticari kurallar oluşturarak ve daha fazlasıyla üzerine düşeni yaptı.

Bütün bu başarıya rağmen, hükûmetler, piyasalara olan güvenini terk ediyor. Diğer yandan, özel teşvik vermek için geleceği parlak endüstrileri ve özel firmaları tespit etmeye çalışıyor. ABD'de bu süreç, özellikle yarı iletkenler, bataryalar, elektrikli araçlar, güneş panelleri ve hatta çelik ve alüminyum için hem korumacı önlemlerin alınması hem de çeşitlik teşvik ve desteğin sunulması şeklinde işliyor. Birçok ülke de aynı şeyi yapıyor: Avrupa, Japonya, Hindistan ve tabii ki Çin'de de yarı iletken sübvansiyonları yürürlükte.

Bu politikalar, ek yatırımları ve üretimi teşvik edebilir. Fakat ciddi dezavantajlarının olduğunu da unutmayalım. Öncelikle, rekabet alanını, maliyetleri düşürme çabasından, devlet teşviği almaya kaydırır ve bu teşviklerden çoğunlukla büyük şirketler, daha kolay yararlanır. Dahası, yatırım planlarının teknik açıdan ne kadar geçerli olduğunu tespit etmekten sorumlu hükûmet yetkililerinin çoğu yetersizdir veya bu yetkililer, özel sektör kaynaklarının yeniden tahsis edilmesinden görevlidir. Aslında kanıtlar, tarihsel olarak, kamunun "kazanan sektörleri tespit etme" ya da mal ve hizmet üretimine liderlik etme çabalarının genellikle başarısız olduğunu gösteriyor. Ekonomi açısından, sübvansiyonun faydadan çok zararı var.

Genel refahı artırmak ve daha fazla devlet faaliyeti için kaynak yaratmak amacıyla, neoliberalizm insanlığın şimdiye kadar tasarladığı en iyi sistem olmayı sürdürüyor. Bu sistem, çoğu faaliyet için rekabet politikası, ticari kurallar ve makul standartlar çerçevesinde özel sektördeki teşviklere ve rekabete inanmayı gerekli kılıyor.

Mariana Mazzucato

Evet, devlet geri dönüyor; fakat neoliberalizmin gerçekten geçmişte kalması için bu dönüşün farklı bir şekilde olması gerekiyor.

COVID-19 salgını, son yıllardaki yüksek enflasyon verileri ve artan jeopolitik gerilimler, büyük krizlerle mücadele etmek için nelerin gerekli olduğunu hükûmetlere gösterdi. Ancak önümüzdeki zorlukları, en önemlisi de iklim krizini ele almak, “misyon odaklı hükûmet”e (ekonominin kendi başına sosyal ve çevresel açıdan istenen yönde büyümeyeceğini kabul eden hükûmet) ulaşmak için daha sürdürülebilir çabaları gerektirecek.

Bu da devlet ve iş dünyası; sermaye ve emek arasında yeni bir sosyal sözleşme gerektirecek. Örneğin, hükûmetler, firmaların kamu finansmanına erişimini -giderek daha çok hükûmetin benimsediği sanayi stratejilerinde olduğu gibi- kamu değerini en üst düzeye çıkaracak şekilde faaliyette bulunmaları koşuluna bağlı kılabilir. Sadece ABD'de hisse geri alımlarının ilk kez 1 trilyon doları aşacağı beklenirken, bu durum, kamu finansmanı alan firmaların ettiği kârın bir kısmını paylaşmalarını ve bunu işçi eğitimi, araştırma ve geliştirme gibi üretim faaliyetlerine yeniden yatırmalarını zorunlu kılmalarını gerektirebilir. 

Bu, firmalara fayda sağlamaktan çok, piyasaları sadece hissedarların değil; tüm paydaşların çıkarlarını gözeterek düzenlemekle ilgili. Ayrıca daha önce dışlanmış seslere de söz hakkı tanımak için iyi bir fırsat.

Yeşil girişimlerin gelir, verimlilik ve ekonomik büyümeyi artırma potansiyeli açık olmasına rağmen, ekonomik refah ile çevresel sürdürülebilirlik arasındaki yanlış ikilem sürüyor. İlerici sol, ikna edici bir karşı anlatı oluşturmakta zorlanmaya devam ederse, yeşil dönüşüm ihtiyaç duyduğu siyasi desteği bulamayacak. Bu durumda, devleti piyasayı şekillendiren değil; sadece piyasayı düzenleyen bir unsur olarak gören sınırlayıcı neoliberal anlayışın üstesinden gelemeyeceğiz.

Dani Rodrik

Neoliberal uzlaşı; jeopolitik, ulusal güvenlik, tedarik zincirinin dayanıklılığı, iklim değişikliği ve orta sınıfın erozyonu gibi yeni endişelerin gölgesinde kaldı. Fakat bunun yasını tutmamalıyız; nitekim bu, sürdürülebilir bir uzlaşı değildi ve ayrıca birçok kör noktası vardı. Şimdi bundan iyi bir şey çıkıp çıkmayacağı, tepkisel ya da yapıcı olabilecek yanıtın niteliğine bağlı.

Tepkisel yanıtı, dış gelişmeler yönlendirir, özellikle de Çin’in yükselişinin ekonomik ve jeopolitik etkilerine dair korkular. Bu yanıtın ana odak noktası, sonuçları tersine çevirmek veya en azından geciktirmektir ve genellikle sıfır toplamlı (kazanç ve kaybın dengede olduğu) bir yaklaşımı benimser: Senin kazancın, benim kaybım." Bu yaklaşımın çeşitli versiyonlarını hem ABD'de hem de Avrupa'da görmek mümkün. ABD’de bu, esas olarak jeopolitik amaçlar için ticaretin bir silah hâline getirilmesi şeklinde kendini gösteriyor: Biden yönetimi, Çin’e yönelik ihracat kontrollerini “dikkatle hazırlanmış” olarak nitelendirirken, bazıları da bunları “tam teşekküllü bir ekonomik savaş” olarak görüyor. Avrupa’da ise temel endişe, pazar payının kaybedilmesi. Önde gelen isimler, küresel rekabet gücü konusunda endişe ediyor ki bu, ekonomistlerin çoktan üstesinden geldiklerini düşündükleri yanlış bir endişe.

Buna karşın, yapıcı yanıt, diğer ülkelerin ne yaptığına aldırmadan, neoliberal politikaların yarattığı çatlakları onarmayı hedefleyerek gerçek sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlarla ilgilenir. Bu yanıt, iyi işler yaratmayı ve orta sınıfı yeniden güçlendirmeyi amaçlayan, sanayi politikaları ve fosil yakıtların aşamalı olarak kaldırılması yoluyla iklim değişikliğinin etkilerini hafifletmeyi hedefleyen ve ekonomiyi büyük şirketler veya finansal çıkarlar yerine sıradan insanların ihtiyaçlarına göre dengelemeyi amaçlayan politikaları kapsar. Evet, gerekli sanayi politikaları, ticaret üzerinde olumsuz etkilere yol açabilir, fakat asıl amaç zaten bu değil.

Her ülke veya bölgenin kendi adımlarını atmasından endişe duymamalıyız, yeter ki yanıt, öncelikle yapıcı olsun. Her ülkenin ekonomi ve toplumun sağlığına özen gösterdiği ve çevreye dikkat ettiği bir dünya, aynı zamanda daha iyi bir küresel ekonomiyi de beraberinde getirir.

Joseph E. Stiglitz

Neoliberal gündem, kısmen bir aldatmaca ve güç politikalarının üzerini örtmek için kullanılan bir kılıftı. Finansal serbestleşme vardı, ama bunun yanında, hükûmetin devasa kurtarma paketleri de söz konusuydu. "Serbest ticaret" vardı, ama aynı zamanda büyük tarım firmalarına ve fosil yakıt endüstrisine verilen büyük sübvansiyonlar da vardı. Bu, küresel ölçekte, gelişmekte olan ülkelerin temel ürünleri üretirken, gelişmiş ekonomilerin yüksek katma değerli endüstrilere hâkim olduğu sömürgeci ticaret modellerini koruyan kuralların oluşmasına yol açtı. 

ABD örneği, bunun bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim ABD, gelişmekte olan ülkeleri, düşünmekten bile menettikten onlarca yıl sonra, Dünya Ticaret Örgütü'nün kurallarını da hiçe sayarak, belirli sektörlere, devasa sübvansiyonlar sağlıyor. Kabul etmek gerekir ki, ABD, yeşil dönüşüm gibi kısmen iyi bir amaca hizmet ediyor. Yine de attığı adımlar, güçlü ülkelerin kural koyarken orantısız bir rol üstlendiğini ve kurallar, kendileri açısından dezavantajlı hâle geldiğinde onları hiçe sayabileceklerini de gösteriyor. Diğer ülkelerin buna karşı hiçbir şey yapamayacaklarını ABD de biliyor. 

Bu arada yoksul ülkelerin -sonuçları ne olursa olsun- kurallara uymaktan başka bir seçeneği yok. Pandemide, DTÖ'nün fikrî mülkiyet haklarına ilişkin kuralları tam aşı paylaşımının önüne geçmesi sebebiyle tahminen 1,3 milyon kişi yaşamını yitirdi. Bazı "zengin" ülkeler, ilaçtan edecekleri kârı, insan hayatının önünde tuttuğu için bu kurallar da askıya alınmak yerine, zorunlu tutuldu.

Endişe şu ki kuralların olmadığı, "orman kanunları" ile yönetilen bir dünya, kusurlu ekonomik ilkelere dayanan ve adaletten yoksun güç dinamiklerini sürdüren ve eşitlikçi bir şekilde uygulanmayan kuralların geçerli olduğu bir dünyadan daha kötü olabilir. İşte bu sebeple, Dani Rodrik ile beraber savunduğumuz üzere, küresel sistemimizin çalışmasını sağlamak için gerekli olan asgari kurallar dizisine dayalı yeni bir yönetim mimarisine ihtiyacımız var. Ortak hedefler geliştirmek ve adil bir oyun alanı sağlamak için mevcut anlaşmalarımızın kapsamını daraltmalıyız. Gelişmiş ekonomilerin yalnızca belirli ve sınırlı hedefler -örneğin yeşil dönüşüm- için sübvansiyon sağlamalarına izin verilmeli ve bu sübvansiyonlar, ancak teknoloji transferi yapmayı ve gelişmekte olan ülkelere, orantılı miktarda finansman sağlamayı taahhüt etmeleri hâlinde verilmeli.

Hukukun üstünlüğü, ülke içinde olduğu kadar küresel çapta da önemli. Ancak bu hukukun hangi “hukuk” olduğu da ayrı bir öneme sahip. ABD ve diğer gelişmiş ekonomiler, gelişmekte olan ülkelerin ve yükselen piyasaların birçok konuda kendileriyle iş birliği yapmasına ihtiyaç duyuyor. Kabul etsek de etmesek de, otoriter hükûmetlerle de kalplerini ve zihinlerini kazanmak için rekabet ediyoruz. Fakat görünen o ki mevcut stratejimiz, bize oyunu kaybettiriyor.

Neoliberalizmin sona ermesi, himayesinde kurulan bazı kurumların başarısız olduğunun kabul edilmesi ve yeni jeopolitik gerçekler, küreselleşmeyi ve onu destekleyen kuralları yeniden düşünmek için bize kaçırmamamız gereken bir fırsat sunuyor.

Michael R. Strain

ABD'de neoliberal dönem sona ermiyor. Çünkü uzun vadede siyasi başarının temelinde, izlenen politikaların başarılı olması yatar. Donald Trump ve Joe Biden'ın benimsediği "post-neoliberal" politikalar ise başarıya ulaşmıyor.

Trump, Çin ile bir ticaret savaşı başlatarak, önceki başkanların benimsediği iki partili serbest ticaret uzlaşısını bozdu. Sonuç, tüketici için daha yüksek fiyat ve işçi için daha az iş oldu. Yani, her iki tarafın da zararına...

Biden, Trump'ın getirdiği gümrük vergilerini kaldırmadı ve hatta genişletti; yerli temiz enerji inovasyonunu ve yarı iletken üretimini hızlandırmak için sanayi politikası benimsedi. Fakat politikacıların piyasaların rolünü üstlenmesi, öngörülebilir bazı sonuçları da beraberinde getiriyor: ABD, bu fonları etkili bir şekilde kullanabilmek için gereken iş gücünden yoksun bir ülke. Üstelik diğer ülkeler, yaptıkları karşı hamlelerle sübvansiyonların etkisini azaltıyor. Beyaz Saray, tutarsız hedefler peşinde koşarak kendi ayağına çelme takıyor.

Biden'ın Mart 2021'de imzaladığı 2 trilyon dolarlık teşvik paketi, mali sorumluluğa ilişkin verilen en ufak vaatleri bile hiçe saydı. Bu teşvikle beraber yükselen enflasyon, Biden'ın yeniden seçilmesinin önünde büyük bir engel. Ayrıca Biden'ın düzenlemeleri, rekabet politikasında tüketici refahı standartlarını reddedip, "büyük kötüdür" anlayışını benimsiyor. Bu yaklaşım ise anlaşma yapmayı zorlaştırıyor ve yönetim, mahkemelerde de devamlı kaybediyor.

Kasım seçimlerini kim kazanırsa kazansın, ABD'nin bu kısır politikayı izlemeye devam etmesi bekleniyor. Trump ve Biden, gümrük vergilerini ne kadar artırabilecekleri konusunda yarışıyorlar. Trump'ın potansiyel başkan yardımcılarından biri, antitröst uygulamalardan sorumlu Federal Ticaret Komisyonu Başkanı Lina Khan'ın Biden yönetiminde "en iyi kişi" olduğunu savunuyor. Ayrıca Trump'ın göçmen politikası da büyük ekonomik zarara yol açacak gibi duruyor.

Elbette, politikadaki tüm bu başarısızlıkların siyasi sonuçları da olacak. 2024'te olmasa bile, bu sonuçları önümüzdeki yıllarda kesinlikle göreceğiz. İronik bir şekilde, bu politikaların başarısızlığı, özgür insanların ve serbest piyasaların önemine dair fikir birliğini pekiştirecek.


Bu yazı, Project Syndicate’te “What Comes After Neoliberalism?” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.