ANALİZ
“Milli Yargı” Siyaseti ve Türkiye -I: Anayasal Yargı Neye Yarar?
Son dönemde Türkiye’de geniş tartışmalara konu olan anayasa yargısı fikri, tarihi ve toplumsal olarak nereden doğdu? Modern siyaset içerisinde neden böyle bir kuruma ihtiyaç duyuldu? Anayasa mahkemeleri ne işe yarar?
CUMHURİYETİN 100. yılındayız. İlk günlerini tecrübe ettiğimiz 2. yüzyılın hemen başında, ön planda bir hukuk krizi, arka planda ise bir sistemsel sancı ülke gündeminde. Türkiye uzun bir süredir siyaset-yargı ilişkisinin tasarlanma biçimine dair fiili bir geçiş (yapısal bir dönüşüm) ve buna bağlı olarak düşük yoğunluklu bir sistem krizinden geçiyor. Sistem düzeyindeki bu düşük yoğunluklu gerilim, bugünlerde açık bir yargı krizine dönüşmüş durumda. Yaşanan krizin orta yerindeyse Anayasa Mahkemesi var.
Anayasa Mahkemesi son yıllarda Türkiye siyasetinin gündeminde. Verdiği “hak ihlali” kararlarıyla özellikle iktidar kanadının eleştiri oklarını üzerine çekiyor. Eleştirilerde, “darbe dönemlerinin ürünü” olmaktan “gayrı milli ve batıcı” olmaya uzanan bir çerçeveye yerleştirilen mahkeme, “yönetim sistemine uygun davranmamakla”, “yargısal aktivizmde” bulunmakla suçlanıyor. Geldiğimiz noktada ise adli yargılama süreçlerinin temyiz mercii olan Yargıtay tarafından hedef alınmış vaziyette.
Krizin Kariyeri: Yaklaşımlar ve Söylemler
İktidarın Anayasa Mahkemesi’ne yönelik rahatsızlığı ve eleştirileri, Başkanlık sistemine geçildikten sonraki süreçte, 2020 sonlarında, yükselmeye ve sertleşmeye başladı. Önce Eylül 2020’de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun eleştirileriyle gündeme geldi mahkeme. Bakan Soylu, mahkemenin “güvenlik soruşturmalarının kaldırılması” ve “şehirler arası karayollarında gösteri yürüyüşü”yle ilgili kararlarına yönelik eleştirilerde bulundu. “Bizim Anayasa Mahkemesi, AİHM’in şubesi midir? Nedir bu batıcılık hayranlığı?” şeklinde sert ifadelerle eleştirdi Anayasa Mahkemesi’ni.
İlerleyen günlerde, Cumhur ittifakı içerisinden Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli kritik bir açıklamada bulundu. Bahçeli, “darbe dönemlerinin ürünü ve mirası” olarak işaretlediği Anayasa Mahkemesi’nin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne uygun şekilde yeniden yapılandırılması gerektiği” yönünde açıklamada bulundu.
Derken yine aynı dönemde, siyaset zemininde yükselen bu eleştirel yaklaşımların ötesinde, doğrudan yargı alanından bir karşı duruş geldi. Ekim 2020’de yerel bir mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin ülkede en üst hukuk organı olarak ve oy birliğiyle verdiği (Enis Berberoğlu’na ilişkin) “hak ihlali ve yeniden yargılama” kararını tanımadı. O dönemde bütün bu gelişmeler üzerinden Anayasa Mahkemesi’nin siyasi sistem içerisindeki yeri, konumu, işlevi yeniden tartışma konusu haline geldi.
Aradan geçen üç yılın ardından bu günlerde, Anayasa Mahkemesi yine “hak ihlali ve yeniden yargılama” kararıyla gündemde. Bu kez sorun daha derinleşmiş ve bir sistem krizine dönüşmüş vaziyette. Krize yol açan gelişme, yüksek yargı erkinin bir parçası olan Yargıtay’ın “hak ihlali” sürecine üst perdeden dahil olması. Yargıtay 3. Dairesi, geçtiğimiz günlerde Gezi davası mahkumlarından Can Atalay hakkında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği “hak ihlali” kararını tanımadığını ve uymayacağını açıkladı. Dahası Anayasa Mahkemesi'nin “Anayasayı ihlal ettiğini ve yetki sınırlarını aştığını” kaydetti. Yargıtay burada kalmadı. Adeta bir güç gösterisinde bulunarak “hak ihlali” kararı veren Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Yargıtay açıkladığı kararda “Anayasa Mahkemesi’ni, aralarında astlık üstlük ilişkisi bulunmayan yüksek mahkemeler üzerinde süper temyiz mahkemesi olarak vesayet makamı gibi davranmakla” ve “yargısal aktivizm”de bulunmakla suçladı. Böylelikle Cumhuriyet tarihinde ilk kez Anayasa Mahkemesi üyeleri, verdikleri karar sebebiyle Anayasa'yı ihlal etmekle suçlandı ve haklarında suç duyurusunda bulunuldu.
Sonrasında Yargıtay Başkanlığı sürece dahil oldu. Başkanlık uzun bir basın açıklaması yayınladı. Açıklamada, Yargıtay 3. Dairesinin kararının arkasında dururken Anayasa Mahkemesi’nin yetki aşımını savundu.
Yargıtay’ın bu tutumu siyaset alanında adeta tozu dumana kattı. Siyasi olarak en kritik açıklamalar AK Parti ve Muhafazakar siyaset cephesinden geldi. Hayati Yazıcı, Faruk Çelik, Şamil Tayyar, Abdülhamit Gül, Hüseyin Çelik ve eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül gibi isimler Yargıtay'ın kararını eleştirdi. İktidar cephesinde Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum ve ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan ise Yargıtay kararının haklılığını savunan açıklamalar geldi.
Yargıtay kararına yönelik ilk eleştiri AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı'dan geldi. Yazıcı, “Hiç ve asla olmaması gereken bir olay yaşıyoruz. Yazık, çok yazık. Devleti oluşturan erkler, sorun çözümler. Asla sorun üretmez, üretemez. Birbirini çelmeleyemez.” açıklamasında bulundu. Sonrasında AK Parti Grup Başkanvekili Abdülhamit Gül, “Yüksek yargı mercileri arasındaki çatışma görüntüsü, hukuk devleti ve mülkün temelinde yer alan adalet duygusu için endişe vericidir. Yargı hakemdir, sorunları çözer. Yargı hakem olma vasfını yitirirse, çözümün değil sorun ve çatışmanın kaynağı haline gelir.” açıklamasını yaptı.
AK Parti eski milletvekili ve MKYK üyesi Şamil Tayyar ise “AYM’nin kararına (…) uymamazlık edemezsiniz. Anayasa hükmü açık, karar bağlayıcıdır. AYM üyeleri hakkındaki suç duyurusu ise garabettir. Yargı eliyle hortlatılan bu tür hukuk dışı uygulamalar askeri vesayet dönemini hatırlatıyor, çok üzücü.” ifadeleriyle Yargıtay’ın tutumunu eleştirdi. Yargıtay kararını eleştiren bir başka isim, AK Parti'nin kurucu kadrosundan Hüseyin Çelik'ti. Çelik, “Yıllar yılı, başını Vural Savaş, Sabih Kanadoğlu, Yekta Güngör Özden, Nuh Mete Yüksel ve benzerlerinin çektiği, vesayetçi güçlerin güdümündeki Kemalist militan yargıdan çektik. Tam vesayetler kalktı derken, bu sefer biz kendi militan yargımızı oluşturduk. Helal olsun.” ifadelerini kaydetti.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Anayasa Mahkemesi’nin özgürlükçü yaklaşımını savunurken Yargıtay’ın tutumunun yanlış olduğunu ifade etti. Gül, “Yüksek yargı organlarının yetki ve sorumlulukları Anayasamızda sarih bir şekilde belirtilmiş olmasına rağmen Yargıtay'ın dün aldığı kararın izahı mümkün değildir. Vaktiyle Anayasa Mahkemesi'nin özgürlük karşıtı vesayetçi kararlarını tenkit ve reddetmiş ama Anayasa'ya uyarak gereğini yerine getirmiştik. … Anayasa Mahkemesi'nin (…) özgürlükçü kararlarını ve bu kararı alan üyelerini Yargıtay'ın hedef yapması çok yanlış olmuştur. Hukuk sistemi ve adalete olan güvenin kaybolmaması hayati derecede önemlidir.” açıklamasında bulundu.
Yargıtay’ın tutumunu eleştiren bu yaklaşımların ötesinde, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum da açıklamalarıyla Anayasa Mahkemesi’ne yüklendi. Uçum, “Anayasa Mahkemesi mahkumiyeti olan milletvekillerinin dokunulmazlığına ilişkin verdiği kararlarda ısrarla Anayasa’yı tanımıyor. Anayasa’nın 14. Maddesini yok sayıyor. … Bu çerçevede Yargıtay’ın AYM ihlal kararına uymama kararı doğrudur. … Suç duyurusu meselesi ise Milli Yargıya karşı saldırıların çok büyük bir birikim oluşturması sebebiyle reaksiyoner bir tavırdır. Bir anlamda kral çıplak demektir. Yönteminin bu olup olmadığı ayrıca tartışılır ama cesareti tartışılmaz. Yargıtay’ın kararı ayrıca turnusoldur, kim Milli Yargıdan yana kim değil belli olur. Türkiye, Milli Yargısını batıcı ve neo liberal yargı anlayışlarına karşı sonuna kadar savunacaktır, kimsenin bundan şüphesi olmasın.” açıklamasını yaptı.
Bütün bu tartışmaların ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Cuma günü, Yargıtay’ın aldığı kararda haklı olduğu yönünde açıklamaları dile getirdi. Erdoğan, “Yargıtay'ın bir yüksek mahkeme olduğunu herhalde kimse inkar edemez. Anayasa Mahkemesi bu noktada maalesef birçok yanlışları arka arkaya yapar hale geldi. … Şu an itibarıyla Yargıtay'ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez. Anayasa Mahkemesinin kararına karşı Yargıtay da şu anda demiştir ki, “Sen yüksek mahkemeysen ben de yüksek mahkemeyim ve yüksek mahkeme olarak da şu anda sizinle ilgili bir yaptırımı ben de talep ediyorum.” Bu talebinin gereğini bekliyor ve bu talebine karşı bunun gereğini yerine getirecek olan merci neresiyse o merciden bu talebini istiyor. Bu parlamentoysa parlamentodan istiyor. … Partimden bazı arkadaşlar burada Yargıtay’ı yerip, Anayasa Mahkemesi’ne övgüler düzüyorsa onlar da yanlış yapıyorlar. Bizim birimiz hepimiz, hepimiz birimiz anlayışıyla hareket etmemiz lazım. Buralarda kalkıp da birilerine şirin görünmenin anlamı yok.” ifadeleriyle Anayasa Mahkemesi ve onu savunan partili isimlerin yanlış yaptığını savundu. Erdoğan ayrıca yaşanan bu yargı krizinin, siyasetin yeni anayasa konusunda inisiyatif üstlenmesiyle aşılabileceğini kaydetti.
Aynı gün, uzun yıllar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hukuk danışmanlığını yapan isim, Prof. Dr. İzzet Özgenç, Erdoğan’a hitaben açık bir mektup yayınladı. Özgenç, Cumhurbaşkanlığı danışmanlarıyla ilgili “etrafınızı saran veya çevrenizde tuttuğunuz ‘hukukçu’ geçinen çakallar” ifadelerini kullandığı mektubunda, “Anlaşılan o ki, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen (…) “hak ihlali” ve yeniden yargılama kararına ‘uyulmamasına’ dair karar, Yargıtay Başkanlığı postunda oturan kişinin yanı sıra, sizlerin de bilgisi dahilinde verilmiştir. … [Hukuk sisteminin geleceğine ilişkin] endişelerim dolayısıyla, sizi Anayasanın Cumhurbaşkanına yüklediği ‘Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme’ görevini yerine getirmeye davet ediyorum.” ifadelerine yer verdi. Yine aynı gün farklı yayın mecralarında, Yargıtay’ın tartışma yaratan kararının bizzat Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum tarafından yazıldığı yönünde iddialar ortaya atıldı. Uçum, bu iddiayı sosyal medya hesabından yalanladı.
Yaşanan bu krizde, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’da en üst hukuk normu ve tartışmasız bir denetleyici yetkiyle donatılmış olmasının önemli bir kaldıraç teşkil ettiğini söylemek mümkün. Anayasa’da “Anayasa Mahkemesi kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar” (Md. 153). “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır (Md. 158).” hükümlerine yer verilmekte.
Gelinen noktada, aldığı kararlar dolayısıyla siyasi iktidarın uzun süredir rahatsızlık ve eleştiri oklarının hedefi olan Anayasa Mahkemesi, bu kez yüksek yargı alanındaki bir başka organın hedefi haline geldi. Hem de anayasal konumunu aşmakla suçlanıp hakkında suç duyurusunda bulunularak. Yargıtay’ın bu tutumuyla, süreç bir yargı ve sistem krizine dönüşmüş oldu. Bütün bu gelişmeler üzerinden Anayasa Mahkemesi’nin siyasi sistem içerisindeki yeri, konumu, işlevi bir kez daha tartışma konusu haline geldi. Ayrıca sistem içerisinde siyaset-yargı ilişkisinin yeniden düzenlenmesi de gündemin ilk sıralarına yükseldi.
Peki son dönemde Türkiye’de geniş tartışmalara konu olan anayasa yargısı fikri, tarihi ve toplumsal olarak nereden doğdu? Modern siyaset içerisinde neden böyle bir kuruma ihtiyaç duyuldu? Anayasa mahkemeleri ne işe yarar? Demokratik siyasetlerde anayasa yargısının üstlendiği işlev nedir? Bu konuda küresel tecrübe ve Türkiye birikimi ne anlatmaktadır? Sivil ve demokratik siyasetlerde anayasa yargısının klasik konum ve işlevini değiştirmek, dönüştürmek, zayıflatmak, daraltmak topluma ve siyasete ne kazandırır?
Anayasa Yargısı Fikri: Ulusal Egemenlik ve İktidar
Siyaset ve iktidar alanının anayasal denetimi olarak anayasa yargısı fikri, siyaset ve devlet iktidarının anayasal bir metin etrafında tasarımı ve bu tasarıma göre işleyişinin takip edilmesi düşüncesine yaslanır. Bu haliyle anayasa mahkemesi fikrinin gelişimi, imparatorluklar, monarşiler çözülürken onların yerine modern ulus devlet formlarının kurulmaya başladığı dolayısıyla modern siyasetin gelişme eğilimi gösterdiği modern zamanlara tekabül eder. Modern ulus devlet, egemenlik yetkilerinin, başka bir ifadeyle devlet iktidarının, bir anayasa metni üzerinde, belli erkler arasında dağıtılması, bölünmesi ve ardından bu devlet erkleri arasındaki güç ve yetki kullanımlarının dengelenmesi-denetlenmesi mantığı etrafında bir gelişim seyri izledi.
Geriye dönüp bakıldığında, ulus devlet süreçlerinde temel mesele, ulusal egemenliğin nasıl kurumsallaştırılacağı; ulusal egemenliğe yaslanan bir devlet aygıtının nasıl tasarlanacağı, sınırlandırılacağı ve işletileceğiyle ilgiliydi. Başka bir ifadeyle modern devlet aygıtı içerisinde egemenlik yetkilerinin, iktidar ilişkilerinin nasıl tanımlanacağı ve aynı zamanda nasıl dengeleneceği, devletin aşırı ve keyfi güç kullanımının önüne nasıl geçileceği meselesi, modern siyaset için kritik kavşağı oluşturuyordu. Hadi daha kestirmeden belirtelim: Ulus devlet süreçlerinde ana eşik, devlet - toplum ilişkilerinin imparatorluklardan/monarşilerden farklı olarak “ulus iradesi”, “çoğunluk tercihi” temelinde nasıl kurulacağı; devlet iktidarının nasıl ehlileştirileceğiyle irtibatlıydı. Bunun için geliştirilen iki çözüm, anayasa ve kuvvetler ayrılığı modelinin gelişimi oldu.
Anayasa, ulusal egemenliği (genel iradeyi / millet iradesini) kurumsal bir çerçeveye kavuşturan kurucu (ortak / üst) bir metin ve sözleşme olarak, toplumlara devlet iktidarını çerçevelendirme, kayıt altına alma imkanı sundu. Kuvvetler ayrılığı modeli ise iktidar yetkilerini belli erkler arasında bölerek bu iktidar erkleri arasında karşılıklı bir güç dengesinin oluşturulmasına olanak sağladı. Böylece üniter yapılarda, ulusal egemenliğin taşıyıcısı olan devlet iktidarının yasama ve yürütme şeklinde birbirinden ayrılmasına dayalı bir süreç gelişti. Böylelikle devlet iktidarının, yetki bölüşümü ve karşılıklı güç dengesi etrafında dizayn edilmesine öncelik verildi. Burada temel hedef, devlet iktidarını yetki / fonksiyon olarak ayrıştırıp bunları yetki bölüşümüne dayalı bir güç dengesi içerisine yerleştirerek devlet – toplum ilişkilerini “mutlak bir yönetim” yerine “sınırlı bir yönetim” etrafında kurumsallaştırmaktı. Kısacası devletin aşırı güç kullanımına yani devletin toplum ve bireyler üzerinde baskı kurmasına engel olmaktı.
Ulus devlet nosyonu içerisinde anayasa ve kuvvetler ayrılığı temelinde biçimlenen bu iktidar ilişkileri, zamanla erkler arası yetki aşımını önleyecek bir hakem kurumun, güç bölüşümüne uyulup uyulmadığını takip edecek bir garantör organın varlığını gerekli kıldı. İşte modern ulus devlet sürecinde anayasa yargısı tam da bu noktada, söz konusu garantör, hakem kurum arayışı içerisinde ortaya çıktı. Kurum, erkler arası yetki kullanımına ve güç bölüşümüne hakemlik ederek devlet iktidarının, anayasal normlar etrafında sınırlandırılmasına ve denetimine katkı vermiş olacaktı. Böylelikle iktidarın keyfi ve aşırı kullanımına karşı toplumu ve vatandaş haklarını güvence altına alacaktı.
Neden Anayasa Yargısı: ABD ve Avrupa'da Tarihsel Tecrübe
Temel fonksiyonu kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek suretiyle kuvvetler arası yetki bölüşümünü kontrol etmek, yetki kullanımını sınırlandırmak olan anayasa yargısı ilk olarak 1803 yılında Yüksek Mahkeme’nin Marbury ve Madison davasında aldığı kritik kararla Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıktı. Kıta Avrupa’sındaki ilk örneği ise 1920 Avusturya Anayasası’ydı.
İki savaş arası dönemde, devlet iktidarının “milliyetçilik propagandası” etrafında keyfî kullanımı ve ulusal egemenliğin manipülasyonu bağlamında ortaya çıkan otoriter rejimler, uzun yıllar yaşanan ağır toplumsal tecrübeler, İkinci Dünya Savaşı sonrası Kıta Avrupa’sında anayasa yargısını yıldızı giderek parlayan şöhretli bir kurum haline getirdi. Anayasa yargısına şöhret kapılarının aralanmasında kuşkusuz, savaş sonrası bölgede yeni demokrasi dalgası ve insan hakları arayışlarının tarihi bir rol üstlendiğini söylemek mümkün. Bu dönemde yükselen yeni demokratikleşme süreci ve insan hakları normu, devlet aygıtının (bu aygıtı kullanan çoğunluk iktidarının) sınırlandırılması taleplerini hayati bir gündem haline dönüştürdü. Bu noktada devlet otoritesinin vatandaşlık hakları etrafında sınırlandırılması ve siyasi iktidarın toplum lehine denetlenmesi, iktidarın yetki aşımının dengelenmesi süreçleri anayasa mahkemelerini zorunlu ve fonksiyonel kurumlar haline getirdi.
Bu süreç etrafında Kıta Avrupa’sında anayasa yargısı, devletin tüm organlarının hukuka uygunluğunu denetlemeyi, çoğunluk iktidarı tarafından kullanılan devlet otoritesinin keyfî tasarruflarını önleyerek vatandaşların temel haklarını güvence altına almayı önceleyen kritik bir kurum olarak siyasi sistem içerisindeki yerini aldı.
Peki Türkiye'nin anayasal yargı konusundaki tarihsel tecrübesi ne? Bu da bir sonraki yazının konusu!
Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’de, yüksek lisansını İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yaptı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasi sistemler, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyaseti ve muhafazakar siyaset konularıyla ilgileniyor.