ANALİZ
Fransa'da Polis, Kanun ve Nizamı Sağlıyor mu?
Fransız polisi, ülkedeki polis şiddetine tepki gösteren göstericilerle “savaş halinde” olduğunu ilan ediyor. Devleti korumakla yükümlü polis nasıl oldu da devletin geleceği için bir tehdit haline geldi?
17 YAŞINDAKİ Nahel, 27 Haziran günü Paris polisi tarafından yakın mesafeden vuruldu. Ehliyet sahibi olamayacak kadar genç olan Nahel, arabasını durdurmaya çalıştıklarında kaçmıştı. Sonrasında kırmızı ışıkta önü kesildi ve iki polis memuru tarafından yakalandı. Polis, raporunda, sürücünün arabasıyla kendilerine çarpmaya çalıştığını ve kendilerini ateş etmeye zorladığı yazıyordu. Ancak bir görgü tanığının çektiği video gerçeği ortaya çıkardı.
İki polis memuru sürücünün penceresinde görülüyor, biri Nahel'i "kafana sıkarım" diyerek tehdit ediyor, diğeri ise araba uzaklaşırken "vur onu!" diye bağırıyor. Kurşun kafaya değil, kalbe isabet ediyor. Şayet bu olay kayda alınmamış olsaydı, polisin emirlerine uymayı reddeden bir vatandaşın "yasal olarak" vurularak öldürülmesi vakalarından biri daha meydana gelmiş olacaktı.
2017 yılında, François Hollande'ın Sosyalist hükümeti döneminde çıkarılan bir yasaya göre polis, "dur emrine uymayan ve kaçarken kendilerinin ya da başkalarının can güvenliğine zarar verme ihtimali olan" sürücülere karşı silah kullanma yetkisine sahip. Ancak bu yasadaki kriterler yorumlanırken esnek davranılmış ve tehlikeli olduğu düşünülen yolcuların vurulmasına cevaz verecek şekilde de kullanılmıştır. Aslında bu yasa, polisin şikayetlerine bir cevap niteliğine sahip. 2016 yılının Ekim ayında, Paris yakınlarındaki La Grande Borne toplu konut bölgesinde gençler tarafından arabaları ateşe verilen polis memurları yanarak yaralanmıştı. Sonrasında kolluk kuvvetlerinin ayrıcalıklarını arttıran bir dizi yasal düzenleme hayata geçirildi.
İçişleri Bakanı Gérald Darmanin, 28 Haziran'daki Millet Meclisi'ndeki oturumda bu olayla ilgili gelen soruya, polisin ateş açma ve öldürme olaylarının "2017'den bu yana azaldığını" söyleyerek cevap verdi. Bu cevap, kendi yönetiminin yayınladığı verilerle çelişiyordu. Aslında, 2011-2021 yılları arasındaki rakamlara dayanan bir araştırmaya göre, polis tarafından gerçekleştirilen ölümcül silahlı saldırılar reformdan bu yana beş kat arttı. Almanya'da son on yılda yalnızca bir kişi itaat etmeyi reddettiği için polis tarafından öldürüldü. Fransa'da ise bu yüzden her ay bir kişi öldürülüyor.
Bu veriler ve Nahel'in öldürülmesiyle ilgili polis memurlarının verdiği ifadeyi çürüten görüntü, sadece Nahel'in vurulduğu Paris'in batısındaki Nanterre banliyösünde değil, tüm ülkede kenar mahallelerden gelen gençlerin şok ve öfke duygularını körükledi. Birkaç gece boyunca arka arkaya arabalar ve çöp konteynırları ateşe verildi, polis karakolları, belediye binaları ve okullar kısmi olarak zarar gördü.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yaşanan geniş çaplı öfkeyi yatıştırmak umuduyla, polisin eyleminin "izah edilemez ve mazur görülemez" olduğunu söyledi. Macron'un sözleri takdire şayandı belki ama her iki ifade de Fransız toplu konut bölgelerinde, özellikle de etnik azınlıklar arasında yaşayanların deneyimlerini tam olarak yansıtmıyordu. Onlar için bu cinayet, polisin kendi mahallelerine yönelik saldırgan ve acımasız müdahaleleri bağlamında mükemmel bir şekilde izah edilebilirdi. Aynı zamanda bölgedeki ölümcül silahlı saldırılar polis teşkilatı tarafından sürekli olarak mazur görülmekteydi.
İngiliz tarihçi EP Thompson, 18. yüzyıl İngiltere'sindeki köylü isyanlarını ele aldığı çalışmasında "ahlaki ekonomi" kavramını öne sürmüştü. Bu kavram, geleneksel toplum yapısı içinde yerleşik bir dizi norm ve yükümlülüğü kapsamaktaydı. Bunlar ihlal edildiğinde, yoksul çiftçiler adaletsizliğe karşı şiddetle tepki gösteriyorlardı. Benzer bir analiz Fransa'daki son gelişmeler için de yapılabilir.
Devriye gezen polislere eşlik ettiğim 15 ay boyunca tanık olduğum kadarıyla, çoğu siyah ya da Kuzey Afrika kökenli olan ve toplu konutlarda yaşayan gençler her gün tacize, aşağılanmaya, tokatlara ve ırkçı hakaretlere maruz kalıyor, ayrıca düzenli olarak polis tarafından durduruluyor ve üzerleri aranıyor. Büyüdükçe, ebeveynleri ve büyük kardeşleri onlara kamusal alanlarda polisin kendilerini kışkırtmasına şaşırmamayı ve karşılık vermemeyi öğretiyor, zira tutuklanmaktan ve saygısızlık ve itaatsizlikten yargılanmaktan korkuyorlar. Bu sebeple kendilerini genellikle ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlıyorlar. Ancak içlerinden biri öldürülünce bu asgari toplumsal sözleşme de feshedilmiş oluyor.
Geçmişe baktığımızda BM ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Fransa'yı ırkçılık ve polis şiddeti nedeniyle eleştirdiğini görüyoruz; ancak Fransız hükümetleri her zaman bu suçlamaları reddetmiştir. Diğer Avrupa ülkelerinden bakıldığında, Fransız kolluk kuvvetlerinin toplumsal eylemlere ve yoksul mahallelere karşı uyguladığı şiddet hayret uyandırmaktadır. Mart 2019'da yaşanan Gilets Jaunes ayaklanması sırasında, çok sayıda protestocu polis müdahalesiyle bir elini ya da gözünü kaybetmiş, Macron ise "polis baskısı" ya da "polis şiddeti"nden bahsetmenin "kabul edilemeyecek" bir şey olduğunu savunmuştur.
Polis şiddetinin böylesine sistematik bir şekilde inkâr edilmesinin nedeni polis sendikalarının sahip olduğu güçtür. Enforcing Order (Düzeni Sağlamak, 2011) adlı kitabımın Fransa'da yayımlanmasının ardından, dönemin Sosyalist İçişleri Bakanı Manuel Valls, şehirlerdeki polis faaliyetlerinde yaşanan suiistimallere ilişkin analizime katıldığını, ancak sendikaların gücünün polis teşkilatında reform yapılmasını zorlaştırdığını söylemişti.
Yıllar içinde sendikaların etkisi de radikallikleri gibi arttı. Yapılan birçok araştırma, 2010'ların ortalarından bu yana kolluk kuvvetlerinin yarısından fazlasının aşırı sağa oy verdiğini gösteriyor: 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda aktif polis memurlarının yüzde 67'si Marine Le Pen'e oy verdi. Bu oran genel nüfusun yüzde 21'ine tekabül ediyor.
Nahel’in ölümünü takiben çıkan ayaklanmanın üçüncü günü iki büyük sendika, Alliance ve UNSA Police, sert bir bildiri yayınladı. Yayınlanan bildiriye göre sendikalar "böylesine vahşi ordularla karşı karşıya kalındığında", bu "haşerelerle" savaşmak gerektiğini ve "yeterli önlemlerin alınmaması yüzünden" kendilerini "bir savaşın içinde" gördüklerini, "yarın direnişte olacağız" diyerek de "hükümeti uyarmaları" gerektiğini ilan ettiler. Bu ayaklanma tehdidine resmi bir tepki gelmemesi, hükümetin sendikalardan korktuğunun ve onlarla suç ortaklığı yaptığının bir göstergesidir.
Haberler artık cinayetin ardından gelen toplumsal ayaklanmaya yöneldi ve öfkeyi ilkinden ikincisine kaydırdı. Çocuğu vuran polis memurunu desteklemek için kurulan bir fon, Nahel'in annesine yardım etmek için kurulandan daha fazla bağış aldı.
Dezavantajlı grupların karşılaştığı sorunlar ve polisle olan ilişkilerindeki bozulmanın derin nedenleri bir kez daha göz ardı edilmiş görünüyor. Öyle ki kentsel dönüşümle, halkın katılımıyla ve ayrımcılık karşıtı programlarla toplu konut alanlarındaki yaşam kalitesini artırmaya yönelik düzenlenen devlet politikaları bütünü olan politique de la ville'in kaynakları son yıllarda azaltılmış durumda. Bu mahallelerdeki devlet okulları ülkedeki en yüksek devamsızlık yapan öğretmen oranına sahip. Bölgede istihdam alanında ırk ayrımcılığı oldukça yaygın ve bu nedenle ciddi bir işsizlik görülmekte. Bu ve benzeri örnekler neticesinde baskıcı devletin refah devletinin yerini aldığı yorumları sürekli artış göstermekte.
2017'de göreve geldiğinde Macron, ekonomi bakanlığına terfi etmiş eski bir bankacıydı. Macron'un hazırladığı program, işsizlik yardımlarının kesilmesi ve emeklilik yaşının yükseltilmesi gibi neoliberal politikalardan oluşuyordu. Gerek sarı yelekliler gerek emeklilik reformu talep edenler, gerekse azınlık gençleri olsun, halkın hoşnutsuzluğuyla yüzleşmeye hazır değildi. Bunun yanında polise ve sendikalarına ise her türlü kolaylığı sağladı.
Son olaylarda görüldüğü üzere, Macron da tıpkı selefleri gibi bağımsız bir soruşturma başlatma fırsatını kaçırıyor. Halbuki böyle bir soruşturma, polisin cumhuriyet ve demokrasi için tehdit unsuru hâline geldiği bir ülkede, kolluk kuvvetlerine yönelik bir reformun kapısını aralayabilir.
Bu yazı, The New Statesman’da 5 Temmuz 2023 tarihinde “France’s Forces of Law and Disorder” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.