ANALİZ
Amerika diktatörlere karşı ne kadar dayanıklı?
Amerikan siyaset tarihinde, Başkanın yetkileri büyük ölçüde artarken bu yetkilerin kullanılmasına yönelik yasal kısıtlamalar aynı oranda artmadı.
AMERİKA Birleşik Devletleri Başkanlığı, özellikle de güç delisi yaşlılar arasında çok sevilen bir görev. Amerika'nın kurucuları bu makamı az kalsın daha da yücelteceklerdi. İlk başkan yardımcısı John Adams, başkanın Seçilmiş Majesteleri ya da Kudretlileri olarak anılması gerektiğini düşünüyordu. Senato başka bir hitap şeklini onayladı: Ekselansları, Birleşik Devletler Başkanı ve Özgürlüklerin Koruyucusu. Ancak Temsilciler Meclisi büyük unvanları reddetti ve George Washington monarşik hırsları olduğuna dair iddiaları bertaraf etmek için buna razı oldu. Suçlamalar yine de havada uçuştu ve ne zaman bir taraf başkanın yaptıklarından hoşlanmasa, (yani çoğu zaman) bu kaygılar tekrarlandı.
Romancılar bu tür korkuları daha ileri götürdü ve Amerikan demokrasisinin karizmatik bir diktatör tarafından devrildiğini yazdı: Sinclair Lewis'in “It Can't Happen Here” (1935) adlı eserinde Başkan Buzz Windrip; Robert Heinlein'ın bilimkurgu serisi “If This Goes On” (1941) isimli yapıtında Nehemiah Scudder; Philip Roth'un “The Plot Against America” (2004) adlı eserinde Charles Lindbergh. Bu eserlerde, bu isimlerin hepsi, birer başkan olarak Amerikan demokrasisini yıkan karizmatik diktatörlerdi. Başkan Scudder, taşralı bir vaizken politikacı olur ve 2012 seçimlerini kazanır. Ardından 2016 seçimleri iptal edilir.
Kasım ayındaki seçimler yaklaşıyor, bu tür senaryoları hayal edenler artık sadece romancılar değil. Demokratlar, 2020 seçimlerini kaybettikten sonra görevde kalmaya çalışması nedeniyle Donald Trump'ı müstakbel bir tiran olarak görüyor. Trump ise kendi entrikalarına rağmen seçimi kazanan Joe Biden'ı gaspçı olmakla suçluyor. Trump, Biden'ın sahte yasal işlemler başlatmak ve böylece Trump'ı hapse attırmak için yetkisini kötüye kullandığını iddia ediyor. Ona göre Biden, “en yakınındaki serseriler, uygunsuz tipler ve Marksistlerden oluşan bir grupla” birlikte “Amerikan demokrasisini yok etmeye” çalışıyor.
Cumhuriyetçilerin eski dış politika danışmanlarından Robert Kagan geçen yıl Washington Post için yazdığı bir makalede “Amerika Birleşik Devletleri'nde diktatörlüğe giden bariz bir yol var ve bu yol her geçen gün kısalıyor” demişti. Bu şekilde konuşanlar sadece Trump'ın muhalifleri değil. Eski kabine sekreterlerinden biri şu gözlemde bulundu: “Anayasa işliyor çünkü hepimizin uyduğu kurallar ve normlarla dolu.” Ona göre Trump “bu kural ve normları aşındırmaya devam edecek ve ediyor”. Bu nedenle de “mevcut demokrasi için bir tehdit oluşturuyor.”
"Otoriterliği tekrar büyük yapmak"
Trump ve Biden'ın gerçekten neyi amaçladıkları ve ne kadar ileri gitmeye hazır oldukları konusunu bir kenara bırakıp şu soruyu soralım: Başkanlık makamının, bu göreve kim gelirse gelsin, sınırları neler? İdari becerisi olan ve anayasanın altını oymaya kararlı biri başkan seçilirse (bu tarif Trump'a pek uymuyor), ne kadar zarar verebilir? Ya da soruyu daha endişe verici terimlerle ifade edecek olursak, Amerika diktatörlere karşı ne kadar dayanıklı?
Başkanlığın ilk yüzyılının büyük bölümünde, tek bir adamın ülkeyi yönetebileceği fikri saçma görünüyordu. Makam bunun için çok zayıftı. Washington yönetiminde tüm yürütme organı dört kabine sekreteri ve beş gerçek sekreterden oluşuyordu. Federal hükümetin dramatik bir şekilde büyüdüğü, faşistlerin ve komünistlerin Avrupa demokrasilerini ele geçirdiği Birinci Dünya Savaşı sonrasında, yukarıdaki soru anlamlı gelmeye başladı, bu düşünce az da olsa makul görünüyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda federal çalışanların sayısı 2.5 milyona yükselmişti. 1940'lar ve 1950'lerde Amerikalıların başkanlarından “başkomutan” olarak bahsetmeleri yaygınlaştı. Başlangıçta bir avuç çalışanı olan bir makam artık milyonlarca kişiye başkanlık ediyordu; diğer ülkeleri yok edebilecek ve karşılığında Amerika'nın yok edilmesine davetiye çıkarabilecek bir düğmenin varlığından söz etmeye bile gerek yok.
Başkanın yetkileri büyük ölçüde artarken bu yetkilerin kullanılmasına yönelik yasal kısıtlamalar aynı oranda artmadı. Çılgınca hareket eden bir başkanı engelleyebilecek sadece iki önemli anayasa değişikliği yapıldı: Hiçbir başkan iki dönemden fazla seçilemezdi (22. değişiklik) ve Kongre, başkanın iş göremez olduğuna karar verirse, başkan yardımcısı görevi devralabilirdi (25. değişiklik). Her ikisi de başkanlık yetkilerinin günlük kullanımını kısıtlamıyor.
Savaş arası yıllarda, diktatörlük elit Amerikalılar arasında hoş karşılanıyordu. Eleanor Roosevelt kocasına, ülkeyi Buhran'dan çıkarmak için “hayırsever bir diktatöre” ihtiyaç olabileceğini söyledi. Pennsylvania'dan bir senatör, “Bu ülkede bir gün bir Mussolini'ye ihtiyaç duyulacaksa, o gün bugündür" demişti. Bu tür konuşmalar ancak Pearl Harbour saldırısı ile susturulabildi.
Lewis, Heinlein ya da Roth'un hayal ettiği diktatörlüklere benzer hiçbir şeyin gerçekleşmemiş olması büyük ölçüde, romanlarda geçen Windrip, Scudder ya da Lindbergh gibi birilerinin gerçek hayatta başkan seçilmemiş olmasından kaynaklanıyor. Yurttaşlık bilgisi derslerinde bunun anayasayla bir ilgisi olduğunu öğretirler.
Amerikan toprakları o kadar büyük, devletin siyasi gücü o kadar dağınık ve eyaletlere devredilen yetki o kadar çok ki, tek adam yönetimi hala uygulanabilir görünmüyor. Amerika'da -diktatörlerin iktidara gelmelerinin en yaygın yolu olan- askeri darbenin gerçekleşme ihtimali imkansıza yakın. Ordu, siyasetin dışında kalmaya kararlı liderleriyle ülkedeki en sağlıklı siyasi kurumlar arasında yer alıyor. Polis memurlarının büyük çoğunluğu başkan için değil eyalet ve yerel yönetimler için çalışıyor, bu nedenle polis devletinin kuracağı baskıyı organize etmek de zor olur. Bu tür bir tiranlık rahatlıkla ihtimal dışı bırakılabilir.
Mahkemeler bağımsız ve iradeli çalışıyor, hatta dokuz yargıçtan üçünün bu yılki başkan adaylarından biri tarafından atandığı mahkeme bile öyle. Basın, Viktor Orban ve Macaristan'daki Fidesz partisi gibi tek bir partinin kontrol edemeyeceği kadar dağınık. Federal bürokrasiye karşı, bazı Trumpçı düşünce kuruluşlarının istediği türden kararlı bir saldırı olsa bile, 25.000 avukatı istihdam eden herhangi bir kuruluşun tek bir kişinin emirlerini yerine getirmesini sağlamak zor. Önceki başkan da şimdiki başkan da nispeten sıradan politikalarının prosedürden dolayı yavaş ilerlediğini ya da engellendiğini gördü: 2028 seçimlerini iptal etmeye kalksa ne olurdu bir düşünün.
Bu engellerin birçoğu yasalarda yazılı olmaktan ziyade demokratik alışkanlıklara ve normlara bağlı. Başkanlık makamını sınırlayan en önemli geleneklerden bazıları şu anda bu makam için yarışan kişilerden daha genç. Adalet Bakanlığı'nın başkanın emirlerini öylece yerine getiremeyeceği yönündeki anlayış aslında disko çağından beri mevcut. Görevdeki kişiler değiştikçe, normlar da onlarla birlikte değişebiliyor ve geride dayanak olarak anayasa, Kongre yasaları ve Yüksek Mahkeme kalıyor. İşte bu noktada işler daha da endişe verici bir hal alıyor.
***
Yurttaşlık bilgisi derslerinde Amerikan hükümetine bakış, anayasanın tiranlık karşısında ileri görüşlü ve ustaca bir koruma sağladığı şeklinde. Oysa Amerikan anayasasının benzerleri başka ülkelerde de benimsendi ve tiranları uzak tutmakta başarısız oldu. 19. yüzyılda Latin Amerika'nın yeni cumhuriyetleri şablonu kopyaladı (federalizm, bir yüksek mahkeme, bir yasama organı ve bir başkan) ama onların demokrasileri silahlı adamlar tarafından alaşağı edildi. 20. yüzyılda Filipinler Amerika'nın anayasasını kopyalayıp yapıştırdı, ancak Ferdinand Marcos demokrasinin altını oymayı ve 20 yıldan uzun bir süre boyunca diktatör bir yönetici olmayı başardı. Buna karşın, Amerika'nın Irak, İtalya ve Japonya gibi parlamenter sistemlerin kurulmasına yardımcı olduğu yerlerde kurumlar kalıcı oldu. Bu da akla çok uç bir soru getiriyor: Ya Amerika anayasa sayesinde değil de anayasaya rağmen diktatörlere karşı dayanıklı olduysa?
Anayasanın yurttaşlık bilgisi düzeyindeki yorumu, hükümetin herhangi bir bölümünün aşırı güçlenmesini önleyen denge ve denetleme mekanizmaları üzerinde duruyor. Ancak başkan üzerindeki en açık denetim olan azil mekanizması bir işe yaramıyor. Üç başkan Temsilciler Meclisi tarafından Senato'da yargılanmak üzere gönderilmiş olsa da (Trump iki kez), üst meclis hiçbir başkanı fiilen görevden almadı. O dönemde Senato çoğunluk lideri olan Mitch McConnell, Trump'ın 6 Ocak 2021'deki kargaşadan “pratik ve ahlaki olarak sorumlu” olduğunu söylediğinde bile, kendisi ve meslektaşları onu görevden almamaya karar verdiler. Buna gerekçe olarak da Trump'ın açıkça suç işlediğini ve yargılanması için doğru yerin mahkemeler olduğunu göstermişti. Ancak çok gecikmeli ve hukuki zemini tartışmalı olan 6 Ocak davası, hukuk sisteminin başkanlık gücünü sınırlama kapasitesinin ne kadar belirsiz olduğunu göstermekte.
Trump'ın hukuk ekibi, başkanların resmi görevlerini yerine getirirken yargılanmaktan muaf olduklarını savunuyor ki Yüksek Mahkeme'nin bazı üyeleri de bu görüşü kabul etmeye niyetli görünüyor. Ancak ülke için en endişe verici olan, küçük kişisel yolsuzluk eylemleri ya da rakiplerle olan kan davaları değil, resmi sıfatla yapılan şeyler. Eğer cumhurbaşkanları cumhurbaşkanı olarak yaptıklarından dolayı yargılanmaktan muafsa ve azil gerçek bir yaptırım aracı olmadığı için siyasi dokunulmazlığa sahiplerse, o zaman hukukun üstünde sayılırlar.
Başlangıçta planlanan bu değildi. Kurucu Babalar, azil maddesinin içini boşaltan partizanlığın yükselişini tahmin etmemişlerdi. Yine de ilk Kongrelerin başkana verdiği bazı yetkiler, Amerikalıların şimdi otokrasi olarak adlandıracağı şeyi biraz daha kolaylaştırmak için tasarlanmıştı. Kurucular kendi ülkelerinde bir diktatörün ortaya çıkmasını engellemek istemiş olsalar da güçlü bir düşmana karşı verilen bağımsızlık savaşından yeni çıkmışlardı ve başkana kriz zamanlarında düzeni sağlayacak araçları vermek istediler.
New York Üniversitesi'nde bir düşünce kuruluşu olan Brennan Center, ulusal acil durum ilan ettiğinde başkana verilen 135 yasal yetki belirledi. Bunlar arasında Amerikalıların banka hesaplarını dondurma yetkisi ya da 1942'de kabul edilen ve başkana iletişim konusunda acil durum yetkileri veren bir yasa uyarınca interneti kapatma yetkisi (neyse ki bu pratikte çok zor bir şey) gibi yetkiler yer alıyor. Teoride Kongre'nin başkanın beyanlarını 6 ya da 12 ay sonra gözden geçirmesi ve olası durumlarda iptal etmesi gerekiyor. Pratikte ise bunları kısıtlama konusunda rahat davranıyor. Halihazırda 40'ın üzerinde acil durum yürürlükte. Bunlardan bazıları on yıldan daha eski.
Savaş zamanında, acil durum yetkileri, gazeteleri kapatmak (Woodrow Wilson döneminde), hapse atılmadan önce yargılanma hakkını askıya almak (Franklin Roosevelt) ve Amerikalıların gözetlenmesini ve yabancılara işkence yapılmasını haklı göstermek (George W. Bush) için kullanıldı. Ancak bu yetkilerin birçoğu ulusa yönelik tehdit uzak olduğunda bile kullanılabilir. Başkan acil durum olduğunu söylediğinde ve avukatları da bunu kabul ettiğinde durum, acil durumdur. Çoğu acil durum, doğal bir afet olduğunda federal kaynakları harekete geçirmek için ilan ediliyor, zaten bu yetkinin de böyle işlemesi gerekiyor. Ancak yasaları geçirmek zorlaştıkça, başkanlar bu kaçış yolunu oldukça cazip buldular. Trump'ın sınır duvarı acil durum yetkisi altında inşa edildi. Başkan Joe Biden'ın şu ana kadar GSMH'nin %0,6'sına mal olan öğrenci borçlarını affetmesi de acil durum başkanlık yetkisi altında yapıldı.
Ancak Başkan Windrip, Scudder ve Lindbergh'in iktidarı ele geçirdiklerinde akıllarında duvar inşa etmek ya da öğrenci borçlarını affetmekten daha kötü şeyler vardı. Bu romanlarda anlatılan korku verici durumlara yaklaşmak için muhtemelen askerlerin sokaklara inmesi gerekiyor. Burada da aslında maziye güvenmek zor. Amerikan tarihinde eyalet ya da yerel yönetimlerin sıkıyönetim ilan ettiği 70'e yakın olay yaşandı. Bu durumun tekrarlanabileceğine dair bazı güncel endişeler olsa da olağanüstü hâl yetkisinin bu türüyle ilgili esas çarpıcı olan şey, modasının geçmiş olması. Sıkıyönetim en son 1963 yılında Cambridge, Maryland'de bir sinemanın siyahi sinemaseverleri balkonun arka sıralarına oturmaya zorlamasının ardından çıkan huzursuzluğu bastırmak için ilan edilmişti. Maryland Ulusal Muhafızları bir yıl süreyle bölgede kalmıştı.
Günümüzde Amerikan topraklarında, federal hükümet tarafından yapılacak asker konuşlandırılmasını ve özgürlüklerin askıya alınmasını hayal etmek bile zor. Ancak zalim bir başkan bunu yapmak isteseydi, Ayaklanma Yasası uyarınca asker gönderme yetkisine sahip olurdu. 1807'den kalma bu yasa, başkana ülke içinde bir ayaklanma olması ya da federal yasaların göz ardı edilmesi durumunda orduyu ya da donanmayı harekete geçirme yetkisi veriyor. Yasa, yasal koşullar oluştuğunda bunun yapılabileceğini belirtiyor ancak hangi durumlarda geçerli olacağını belirtmiyor. “Bu herhangi bir başkana dolu bir silah vermek demek. Neredeyse hiçbir kısıtlama yok,” diyor eski bir başsavcı ve şu anda başkanlık yetkileri üzerine çalışan ve yasayı reforme etme çabalarının bir parçası olan Jack Goldsmith.
Ayaklanma Yasası ile silahlanmış, kararlı ve kötü niyetli bir başkan neler yapabilir? Bu yasa grevleri dağıtmak, Güney'de ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak için kullanılmış ve George H.W. Bush döneminde 1992'de Los Angeles'taki ırkçı ayaklanmalar sırasında devreye sokulmuştu. Trump, Minneapolis'te polisin kelepçeli siyahi bir şüpheli olan George Floyd'u öldürmesinin ardından bazı protestoların şiddete dönüştüğü 2020 yılında bu yasayı kullanmayı düşünmüş olabilir. Sonunda Cumhuriyetçi bir senatörün çağrısına rağmen bundan vazgeçti. Trump yönetiminden eski bir üst düzey yetkili, “Ayaklanma Yasası'nın bir yangın alarmı gibi çalıştığını anladı," diyor. “Zaten Savunma Bakanlığı da Amerikan vatandaşlarına karşı operasyon yapmaya hevesli değil.”
Önünüze çıkanı içeri atın
Trump'ın gençliğinde gittiği New York Askeri Akademisi'ndeki çağdaşları, okuldaki tatbikatları, zaman zaman yaşanan sadizmi ve -Trump'ın kazandığı ilk seçim olan- “yılın zamparası” seçimlerini hatırlıyorlar. Burası, çocuklarının askeri disiplinden faydalanabileceğini düşünen varlıklı ebeveynlere hitap ediyor. Ayrıca, muhtemelen çocuklarının otorite kullanımında değerli dersler alacağını düşünen Latin Amerika diktatörleri tarafından da tercih ediliyordu. Eski ve belki de gelecekteki başkan, beğenmediği seçim sonuçlarını görmezden geldi, çete şiddetini teşvik etti ve ülkede yasadışı olarak bulunan milyonlarca göçmeni sınır dışı etmek için Ulusal Muhafızları kullanmayı düşündü. Yanındakiler göreve eskisinden daha iyi hazırlanmış durumdalar. Partisi ondan gelecekleri kabul etmekte sınır tanımıyor. Diğer yandan bu, bazı Demokratların onun yeniden iktidara gelmesini engellemek için normları hiçe saymaya hazır olduğu anlamına geliyor. Söz konusu durumun kontrol edilmemesi ise karşılıklı yıkıma yol açan bir dinamik.
Yine de demokratik gerileme üzerine çalışan akademisyenler (45. başkan sayesinde gelişen bir alan) halk tarafından yönetim için en tehlikeli anların, bir başkanın olağanüstü yetkileri ele geçirmek için kullanabileceği ve sonra da bırakmayacağı kriz anları olduğuna işaret ediyor. Başkanlığı sırasında bu tür iki krizle karşı karşıya kaldığında (Covid-19 salgını ve Floyd'un öldürülmesinden sonra ülke çapında başlayan protestolar) Trump, diğerlerinin yaptığı kötü işlere dikkat çekerek kendini sıyırdı. Başkan olarak yaptığı en kötü eylemler bile, örneğin Georgia eyaletinin dışişleri bakanına kendi adına oy sandıklarını doldurması için yaptığı baskı, kurnazca bir darbe vurmaktan ziyade doğaçlama bir kaostu. 2020'de protestocuları vurmayı yüksek sesle düşündü ama bunu yapmadı. Ancak daha disiplinli bir despot (ya da Trump'ın daha kötü huylu bir versiyonu) Amerikan demokrasisini yıkabilecek geniş bir alana sahip. Bu durum bir anlamda tasarımı dolayısıyla olsa da Amerika diktatörlere karşı dayanıklı değil.
Bu yazı, The Economist'te “Why America is vulnerable to a despot” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.