×
RUSYA

ANALİZ

Putin’i Savaşa Götüren Sanrılar

Yüzyıllar boyunca, sert ve hareketsiz siyasi iç yapısıyla Rus devleti, sınırlarının ötesindeki amansız çabaları sayesinde korundu. Rusya için sürekli genişleme, sadece sıradan bir fikir değil, tarihsel varoluşun temel bir gerçeği.
VLADIMIR PUTIN'İN Şubat 2022’de Ukrayna’yı geniş çaplı işgalinden üç ay önce, Rus basınında “Kaos nereye gitti? İstikrarsızlığın kapısını açmak” başlıklı bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı, Sovyet döneminde baş ideolog olarak bilinen politikacı ve Putin’in eski yardımcısı Vladislav Surkov’du.

Surkov, bilimsellik, tarihsel genellemeler ve amatör siyaset felsefesinin nefes kesen bir bileşimi olan makalesinde, kapalı siyasi sistemlerdeki “entropi” ya da toplumsal çürümenin, liberal reformlarla ele alınmaması gerektiğini savunuyordu. Zira “liberal reformlar” iktidar aygıtını istikrarsızlaştırma riski taşıyordu. Bunun yerine “kaos” yurtdışına ihraç edilmeliydi.

Surkov, şöyle yazıyordu: “Yüzyıllar boyunca, sert ve hareketsiz siyasi iç yapısıyla Rus devleti, sınırlarının ötesindeki amansız çabaları sayesinde korundu. Başka yollarla nasıl hayatta kalacağını çoktan unuttu ve büyük olasılıkla hiçbir zaman da bilemedi. Rusya için sürekli genişleme, sadece mevcut fikirlerden biri değil, tarihsel varoluşumuzun temel gerçeğidir.”

Putin’in Temmuz 2021 tarihli “Rusların ve Ukraynalıların tarihi birliği üzerine” makalesi gibi Surkov’un makalesi de geriye dönüp bakıldığında Ukrayna’ya yönelik saldırı için uğursuz bir gerekçelendirme gibi okunabilir. Bununla birlikte, Surkov’un argümanında saklı olan fikir (Rusya’nın Çarlık ve Sovyet mirasından sıyrılamadığı için birçok yönden hala bir imparatorluk gibi davrandığı ve düşündüğü), Sergei Medvedev ve Jade McGlynn tarafından kaleme alınan iki kitapta da geniş ölçüde paylaşılıyor.

Medvedev’in A War Made In Russia ve McGlynn’in Memory Makers adlı kitapları, Ukrayna’nın işgalinden bu yana Rus devleti ve toplumu üzerine ortaya çıkan en nüfuz edici çalışmalardan ikisi. Medvedev’in düşünce ve üslubundaki olağanüstü berraklık, onu Putin’in Rusya doğumlu eleştirmenleri arasında ön sıralara yerleştiriyor. McGlynn ise Putin döneminde Rusya’nın geçmişinin devlet eliyle yeniden inşasını ve çarpıtılmasını büyük bir yetkinlikle inceliyor. Dahası “Rusya’nın kendisiyle ve tarihiyle barışık olana kadar komşularıyla asla barışık olamayacağını” ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor.

Helsinki Üniversitesi ve Prag’daki Charles Üniversitesi’nde görev yapan sürgündeki akademisyen Medvedev’in kitabı, iğneleyici belagatiyle okuyucuya zaman zaman Fyodor Dostoyevski’yi hatırlatan ince, polemikçi bir çalışma. 19. yüzyıl romancısı Dostoyevski, bir keresinde Rusya'yı şöyle tasvir etmişti: “Avrupa’da asalak ve köleyiz, ama Asya’da efendiyiz.”

Medvedev, Rusya’nın yüzyıllar boyunca emperyal güç, geniş topraklar, katedraller, saraylar, yüksek kültür, atom bombası ve uzay araştırmaları gibi bir dış görünüm sunduğunu, ancak “dünyanın görmediği içeride kölelik, kabalık, hırsızlık, yalanlar, zorbalık ve Rus yaşamının kaçınılmaz acımasızlığı”na dayalı bir düzenin hakim olduğunu söylüyor.

Medvedev, 19. yüzyılda ve daha sonra komünizm döneminde Rusya’nın sanat, bilim ve spor şeklinde belirli bir “yumuşak güce” sahip olduğunu ancak Putin döneminde bunun aşındığını ifade ediyor. Rusya’nın sosyal modeli çekici değil, bilimsel yenilikler azaldı, sportif başarılar doping skandallarıyla gölgelendi, ekonomi eski moda ve Ukrayna’daki başarısız harekata bakılırsa devletin askeri gücü bile sallantıda.

Medvedev, Putin destekli savaş lordu Ramazan Kadirov tarafından yönetilen Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti Çeçenistan’ın “infazlar, işkence ve terör üzerine kurulu bir ortaçağ hanlığı” olduğunu anlatıyor. Çeçenistan Rusya’nın içinde olmasına rağmen, Kremlin’in güney ve batı sınırlarında bir “güvenlik kordonu” olarak kurduğu birkaç haydut rejimden biri. Diğerleri, Moldova’da Transdinyester, Gürcistan’da Abhazya ve Güney Osetya, Ukrayna’da Kırım, Donetsk ve Luhansk bölgeleri ve Belarus. Amaç sadece Rus etkisini göstermek değil, aynı zamanda bir zamanlar doğrudan ya da dolaylı olarak Sovyet kontrolü altında olan Baltık ülkeleri, Polonya ya da Romanya gibi komşular arasındaki gerilimi sürdürmek.

Diğer akademisyenler gibi Medvedev de Putin’in 24. yılına giren iktidarını, 1917’de başlayan, 1991’de yeniden hızlanan ve belki de son aşamalarında Rusya’ya çok zarar verebilecek yavaş bir imparatorluk çöküşünün üçüncü perdesi olarak görüyor. Medvedev, ‘Rusya’da devletin, toplumu ve vatandaşlığın temellerini etkili bir şekilde yok ettiğini’ söylüyor.

Onun öngörüsü güven verici olmaktan uzak: Şiddet “devleti ele geçirdi ve neredeyse kaçınılmaz olarak onu devirecek… Rusya, 1990’lardan ve hatta tarihinin daha önceki dönemlerinden bu yana görülmemiş bir şiddet patlaması yaşayabilir.” Bunları söylerken onun aklında dışarıdan gelecek bir şiddet değil, Rusya içinde bir darbe ya da hizip çatışması olduğu açık.

Bazı okuyucular Medvedev’in Rusya’yı, Ukrayna’yı işgalinden bu yana “serbest düşüşte” ve “sadece küresel bir tehdit değil, aynı zamanda küresel bir alay konusu” olarak tanımlarken meseleyi abarttığını düşünebilir. Yine de Putin rejiminin son 10-15 yılda giderek daha militarist ve otoriter hale geldiği yönündeki argümanı McGlynn’den destek buluyor. McGlynn, iç politikada baskıya dönüş politikasını, Putin’in iktidarı boyunca tanık olunan en büyük hükümet karşıtı gösterilerin, (seçim hilelerine karşı 2011-2012’deki kentsel sokak protestolarının) bastırılmasına dayandırıyor.

Londra King’s College Savaş Çalışmaları Bölümü’nde araştırmacı olan McGlynn, Sovyet sonrası Rusya’da tarihin/hafızanın kullanımı ve kötüye kullanımı konusunda en güvenilir ve güncel açıklamayı yapıyor: “Hükümet, kendi tarih ve siyaset görüşünü mümkün ve meşru tek görüş haline getirerek, bir kişinin tarihe bakışını etkili bir şekilde güvenlik meselesine dönüştürdü,” diyor.

Rusya’nın 2021 ulusal güvenlik stratejisi, kültürel ve manevi değerler ile tarihi gerçeklere tam bir bölüm ayırmıştı. McGlynn’in deyimiyle bu “nostaljik dünya görüşünde” Rus kimliği, yurt dışındaki düşmanların ve yurt içindeki hainlerin sürekli saldırısı altındaydı. Putin’in Rus tarihini yeniden biçimlendirmesi “dezenformasyon, efsaneler ve yanlış anlatılarla” dolu ve bu durum, Alexei Navalny gibi siyasi muhalifler bir yana, bağımsız tarihçilere yönelik baskılarla birleşiyor.

McGlynn’in argümanının omurgası şu: “Geçmişin devlet öncülüğünde yeniden düzenlenmesi, vatandaşları Rusya’nın güçlü bir devlete ihtiyacı olduğuna, özel bir tarihsel gelişim yoluna sahip olduğuna ve dünyaya sunacak çok şeyi olan büyük bir güç olduğuna ikna etmeyi amaçlıyor.” Burada, Çarlık dönemindeki Moskova’nın Roma ve Bizans imparatorluklarından sonra “üçüncü Roma” olarak tanımlanması ve Sovyetler Birliği’nin kendini, amansız tarihsel yasalara göre dünyayı kasıp kavuracak bir komünist hareketin merkezi olarak görmesi gibi geçmişteki mesihçilik olaylarıyla bariz paralellikler var.

Bu düşünce doğrultusunda Putin’in Rusya’sı tarihin “iyi” dönemlerini kutluyor: 10. yüzyılda eski Rusların Hıristiyanlığa geçişi; Büyük Petro ve Büyük Katerina’nın toprak genişlemesi ve güçlü bir merkezi devletle damgalanan hükümdarlıkları; Napolyon Bonapart’ın işgalinin yenilgiye uğratılması; ve hepsinden önemlisi Büyük Vatanseverlik Savaşı’ndaki (Rusya’da ikinci dünya savaşı olarak bilinir) zafer. Bu anlatıya göre “kötü” dönemler arasında devletin neredeyse tamamen çöktüğü 1917 devrimleri ve Mikhail Gorbaçov ile Boris Yeltsin’in yönetimi yer alıyor.

Bununla birlikte, McGlynn’in kitabı Rus karşıtı bir söyleme sahip değil – hatta bundan çok uzak. Putin’in Rusya’sında yaşamış ve eğitim görmüş olan McGlynn, çalışmasının “Sovyet halklarının Nazizme karşı verdikleri savaştaki destansı ve eşsiz cesaretleri konusunda kendisini sürekli ikna ettiğini” yazıyor. Edebiyat, müzik, sinema ve daha pek çok alanda Rus kültürünün en iyilerine hayranlık duyuyor. Ayrıca Rusya’nın “bellek alanındaki küresel popülist eğilimlerin bir istisnası olmaktan ziyade uç bir örneği” olduğunu iddia ediyor. Bu eğilimler Batı demokrasilerinde olduğu kadar otokrasilerde de görülebiliyor.

Ancak Putin’in Nazilere karşı kazanılan zaferi yüceltmesi, 1940’larda Rus olmayan milliyetlere uygulanan şiddetli baskıyı önemsizmiş gibi gösteriyor. O dönemin anti-Nazizmini Ukrayna’ya ve Ukrayna’nın bağımsız kimlik ve devlet olma hakkına yönelik vahşi saldırıyla ilişkilendiriyor. “Kremlin’in eylemleri sayesinde, Sovyet ve Rus uluslarının acıları ve kahramanlıkları artık onlara değil, bu deneyimi siyasi amaçlar için çarpıtan ve vatandaşlarının travmatik ve muzaffer tarihlerini öğrenme özgürlüğünü kısıtlayan bir hükümete ait” diye yazıyor.

Etkileyici kitabının sonlarına doğru McGlynn, Rusça’da hakikat için iki kelime olduğunu belirtiyor: Dini veya ruhani hakikati ifade eden istina ve adalet çağrışımları olan pravda. Putin’in Rusya’sında tarihi pravda’yı teşvik etmek, olgusal olarak doğru olmasa da daha büyük, “doğru” bir ahlaki mesaj ileten hikayeler anlatmak anlamına gelebilir. Örneğin, Rusların Büyük Vatanseverlik Savaşı’nda adil bir amaç için cesurca savaştığı gibi.

Bu önemli bir nokta, elbette Putin’in ifade özgürlüğünü kısıtlamasını ya da yurtdışındaki saldırganlığını hiçbir şekilde mazur göstermez. McGlynn ve Medvedev’in kitapları, Putin yönetimde olduğu sürece, onun rejiminin Rusya’yı geri dönüşü uzak bir ihtimal gibi görünen çok karanlık bir yola soktuğunu hatırlatıyor.


Bu yazı, Financial Times’da “The delusions that put Putin on the path to war” başlığıyla yayınlandı. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.