ANALİZ
Ortadoğu’yu Sadece Ortadoğu Düzeltebilir!
ABD yönetiminin bölgeye barışı getirebileceği düşüncesi, günümüz Ortadoğu gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, ciddi diplomatik atılımların önemli ölçüde bölge içerisinden gelmesi ve yine bölgenin kendisine bağlı olması yüksek bir olasılık.
Biden yönetimi, Hamas’ın 7 Ekim saldırılarının hemen ardından iki uçak gemisi ile bir nükleer deniz altıyı Orta Doğu’ya gönderirken Başkan da dâhil olmak üzere üst düzey ABD yetkilileri bölgeye ardı ardına önemli ziyaretler gerçekleştirmeye başladı. Hatta ABD, çatışmaların kontrol altına alınması zorlaştıkça daha da ileri gitti. İran destekli grupların Irak ve Suriye’de bulunan askerlerine yönelik saldırılarına karşılık olarak, İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun Suriye’de bulunan askerî sahalarına saldırılar düzenledi ve ocak ayının hemen başında üst düzey İranlı bir komutanı Bağdat’ta öldürdü. Ocak ayı ortalarında, İran destekli Husiler, Kızıldeniz’de ticari gemilere yönelik saldırılar başlattı. Haftalar süren saldırıların ardından ABD, İngiltere ile birlikte Yemen’deki Husi hedeflerine yönelik bir dizi saldırı başlattı.
Tüm bu güç gösterisine karşın ABD’nin uzun vadede, önemli diplomatik ve güvenlik kaynaklarını Orta Doğu’ya kaydıracağını iddia etmek pek akıllıca değil. Nitekim farklı dönemlerdeki ABD yönetimleri, bölgeden uzaklaşarak yükselen Çin’le daha fazla ilgilenme niyetlerinin olduğu sinyallerini, Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından çok önce vermişti. Biden yönetimi, aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’daki savaşıyla da meşgul oluyor; bu ise Orta Doğu’daki meselelerle başa çıkma noktasında yönetimin elini zayıflatıyor. 2023’e gelindiğinde, ABD yetkililerinin İran ile nükleer anlaşmasını yenilemekten büyük ölçüde vazgeçtiği ve İranlı mevkidaşlarıyla gayri resmî anlaşmalar yaparak gerilimi azaltma arayışına girdikleri görülüyordu. ABD yönetimi, bir yandan da Suudi Arabistan gibi bölgesel ortaklarının askerî kapasitesini güçlendirerek üzerindeki güvenlik yükünün bir bölümünü Washington’dan alarak bölgedeki ortaklarına devrediyordu. Biden, başlarda Riyad yönetimiyle iş birliği yapma konusunda isteksiz davransa da Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirmeye dönük bir anlaşmaya öncelik verdi. ABD anlaşmada, her iki tarafa önemli teşvikler sunmaya hazır olmasına rağmen Filistin meselesini büyük ölçüde göz ardı ediyordu.
7 Ekim’den beri yaşananlar, Filistin meselesinin merkezîliğinin altını çizerek ABD’nin söz konusu yaklaşımını altüst etti ve ABD’yi, daha doğrudan bir askerî katılıma zorladı. Ne var ki Gazze’deki çatışma, Washington’un takip ettiği politikada kayda değer bir değişime neden olmadı. İsrail, Filistinlilerin ayrı bir devlet kurmasına karşı çıkmasına rağmen ABD, Suudi Arabistan ile normalleşme konusundaki ısrarını sürdürüyor. Suudiler ise İsrail’in aksine, ayrı bir Filistin devleti kurulmasına dair anlaşılmasını şart koşuyor. ABD yetkililerinin ülkelerini Orta Doğu’daki çatışmalardan uzak tutma çabalarının sonuç vermesi pek mümkün gözükmüyor. Bununla birlikte savaşın giderek karmaşıklaşan dinamikleri, ABD’nin bölgeye müdahil olmak konusundaki isteğinin daha da azalmasına neden olabilir.
Elbette ABD, Orta Doğu denkleminde yer almaya devam edecek. ABD güçlerine yönelik füze saldırılarının ya da Gazze’deki savaşla bağlantılı bir terör eyleminin Amerikalıların ölümüyle sonuçlanması, ABD yönetimini, isteyebileceğinden çok daha geniş bir askerî katılıma zorlayabilir. Fakat ABD’nin Gazze’yi etkin bir şekilde yönetme ve Orta Doğu’da kalıcı barışı sağlama noktasında liderliği üstlenmesini beklemek, Godot’yu Beklemek gibi bir şey olur. Zira mevcut bölgesel ve küresel dinamikler, Washington’un böyle baskın bir rol oynamasını oldukça zorlaştırıyor. Bu, diğer küresel güçlerin ABD’nin yerini alacağı anlamına gelmiyor tabii. ABD’nin etkisi ne kadar azalmış olursa olsun ne Avrupalı ne de Çinli liderler, bu görevi üstlenmek için bir ilgi ya da dirayet gösterdiler. Bu gerçek karşısında bölgesel güçlerin acilen adım atması ve ileriye dönük ortak bir yol belirlenmesi gerekiyor. Özellikle de İsrail’in yakın Arap komşuları Mısır ve Ürdün’ün; ayrıca savaşın başından bu yana birlikte hareket eden Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin.
Nüfuz Endişeleri
Biden yönetiminin savaşı sonlandırmak için kararlı adımlar atmaması büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Buna rağmen, Washington’daki müdahale yanlılarıyla birlikte bazı Arap liderler, ABD’nin Orta Doğu’ya “geri döndüğünü” görmeyi arzuluyor olabilir. Biden yönetiminin hızlı diplomatik ve askerî tepkisi ve İran destekli gruplara karşı güç kullanma kararlılığı, bölgenin bir kez daha ABD’nin ulusal güvenlik endişelerinin merkezinde yer aldığını gösteriyor. İşin aslı, ABD, askerî bir güç olarak bölgeden hiç ayrılmadı: 7 Ekim saldırıları esnasında da bölgede konuşlanmış on binlerce askeri bulunuyordu. Ayrıca Washington; Bahreyn ve Katar’da bulunan büyük askerî üslerinin yanı sıra daha küçük askerî birliklerini de Suriye ve Irak’ta bulundurmaya devam ediyor.
Fakat ABD’nin 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü askerî ve diplomatik faaliyetler güven vermemekte. Kaldı ki ABD yönetiminin daha geniş çaplı bir bölgesel çatışmayı önleme çabaları da kesinlikle karmaşık bir konu.
Bu sırada ABD, İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki bağlantılarından gelen askerî baskıyı kontrol altına alma mücadelesi verdi. Savaşın başından bu yana Irak ve Suriye’deki ABD güçleri, söz konusu gruplardan gelen 150’nin üzerinde saldırıyla karşı karşıya kaldı. ABD ve Birleşik Krallık, bir dizi misilleme saldırısında bulunsalar da Washington, Husilerin Kızıldeniz’deki amansız füze ve drone saldırılarını sonlandıramadı. Husiler, büyük çaplı nakliye şirketlerinin Süveyş Kanalı’nı kullanmaktan kaçınmasına sebep olarak şimdiden uluslararası ticareti aksattı bile. ABD’nin bu tehdit karşısında çok uluslu bir deniz gücü oluşturma girişimleri, yönetimlerin Gazze politikalarına temkinli bir şekilde yaklaştığı Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel ortaklarının nezdinde pek destek bulamadı.
Washington’un askerî gücünün azalmasıyla birlikte diplomatik gücü de zayıflıyor. Üst düzey yetkililerin bölgeye gerçekleştirdikleri ziyaretler, bir kararlılıktan ziyade ABD’nin nüfuzunun ne kadar zayıf olduğunu ya da yönetimin bu nüfuzu İsrail meselesinde kullanma noktasındaki isteksizliğini gösteriyor. Savaşın ilk aylarında, yönetimin elle tutulur başarılarından birkaçı, kasım sonu itibarıyla savaşa bir haftalık ara verilmesi ve böylece 100’den fazla İsrailli ile bazı yabancı rehinelerin serbest bırakılması ve cüzi bir insani yardımın Gazze’ye ulaştırılmasıydı. Fakat bunda bile Katar ve Mısır’ın ara buluculuğu kayda değer bir seviye arz ediyordu. Yoksa ABD, en azından bu yazı kaleme alındığı esnada, ateşkes çağrılarında bulunmakta isteksiz davranıyor. Ayrıca yürüttüğü kamu diplomasisi, çoğunlukla Benjamin Netanyahu ve onun sağcı hükûmetinin en kötü tepkilerini dizginlemeye yönelik retorik çabalardan öteye geçemiyor.
ABD yönetimi, “ertesi gün barışı”nı daha sesli bir şekilde dile getirmeye başladı. Buna göre, Batı Şeria ve Gazze’de “yeniden canlandırılmış” bir Filistin yönetimi olması ve şehrin tekrardan inşası için bölgesel destek olması gibi fikirler öne çıkmaya başladı. Fakat başta zengin Körfez Arap ülkeleri olmak üzere bölgesel güçler, bir Filistin Devleti’ne yönelik kesin adımlar atılmadığı sürece bu tür projelerin arkasında durmayacaklarını açıkça ifade etti. ABD yetkililerinin Suudi Arabistan ile daha ciddi normalleşme anlaşmasının bir parçası olarak iki devletli çözümün gerekliliğinden açıkça bahsetmeye başlaması üzerine Netanyahu, bu olasılığı kesin bir dille reddederek Filistin’deki bölgelerin güvenliği üzerinde tümüyle İsrail’in kontrolü olması gerektiğini ısrarla belirtti. Ayrıca ABD yönetiminin bölgedeki savaşta İsrail’i desteklemesi ve Filistinlilerin çektiği acılar karşısında herhangi bir empati duymadığı algısı, ABD liderliğindeki bir plan hakkında bırakın Filistinlilerin katılımını, bölgesel bir destek bulmasını bile engelledi.
ABD, askerî varlığı ve İsrail ile olan eşsiz ilişkisi nedeniyle bölgedeki varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak belirtmek gerekir ki Washington yönetiminin İsrail-Filistin çatışmasını kesin olarak sonlandırabilecek ciddi bir pazarlık süreci yürütebileceğine dair bir beklenti, günümüz Orta Doğusu’nun gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, ciddi diplomatik atılımların önemli ölçüde bölge içerisinden gelmesi ve yine bölgenin kendisine bağlı olması yüksek bir olasılık.
Yalnız mı, Birlikte mi?
Washington’un Orta Doğu’da azalan etkisinin sonuçları, hâlihazırdaki çatışmalarla sınırlı kalmıyor. ABD’nin bölgedeki etkinliğinin azalması 7 Ekim olaylarından çok daha öncelere dayanırken bu esnada bölgedeki büyük güçler, mevcut güvenlik düzenlemelerini belirleyip şekillendirme çabalarını istikrarlı bir şekilde artırdı. Nitekim 2019 başları itibarıyla, bölgedeki devletler, gerilimli olan ilişkilerini düzeltmeye başladı. Bölgede alışık olmadığımız bu yeniden konumlanma, daha önce ticareti ve büyümeyi sekteye uğratan veya engelleyen sürtüşmelerin çözümlenmesi gibi sadece ekonomik önceliklerden kaynaklanmadı. Ayrıca Washington’un Orta Doğu’daki çatışmaları kontrol altına alma ilgisinin azaldığı algısının oluşması da bunda etkili oldu.
Körfez ülkeleri ile İran’ın yakınlaşmasını ele alalım. BAE, üç yıllık bir kopuşun ardından 2019 yılında İran’la olan ikili ilişkilerini iyileştirmeye başladı. Nitekim bunu, ilişkilerini aracısız yönetmek ve ulusal çıkarlarını Körfez’deki nakliyatları aksatarak Emirlik turizmi ve ticareti için tehdit oluşturan İran destekli gruplardan korunmak için bir fırsat olarak da gördü. Abu Dabi, Tahran ile diplomatik ilişkilerini 2022'de yeniden başlatarak Riyad’ın da aynı yolu izlemesinin önünü açtı. Uzun yıllardır birbirine rakip politikalar izleyen Suudi Arabistan ve İran, Mart 2023'te aralarındaki ilişkiyi yeniden başlattıklarını duyurdu. Bu noktaya, Umman ve Irak’ın önderliğinde gerçekleştirilen ve aylarca süren gayriresmî görüşmelerin ardından, Çin’in de aracılık ettiği bir anlaşmayla varıldı. Tüm bu süreçlerde ABD’nin herhangi bir rolünün olduğu söylenemez.
Bu arada 2021’de Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE; Müslüman Kardeşler’e verdiği destek, İran ve Türkiye ile kurduğu yakın ilişkiler ve “Al Jazeera” kanalı nedeniyle 3,5 yıldır Katar’a uyguladığı ambargoya son verdi. Aynı vakitlerde, BAE ve Suudi Arabistan, Katar’a ve Müslüman Kardeşler ile ilişkili gruplara verdiği desteğe bir tepki olarak ilişkilerini durdurdukları Türkiye ile de yakınlaştı. Hatırlamak gerekir ki Suudi Arabistan-Türkiye ilişkileri Kaşıkçı cinayeti soruşturmasıyla bozulmuştu. Suudiler ve BAE, böylece zor günlerden geçen Türk ekonomisi için önemli Körfez yatırımlarının kapısını da açmış oldu. Mayıs 2023 tarihindeyse Arap liderler, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Arap Birliği’ne geri davet ederek 10 yıldan uzun zamandır -Suriye’deki insanlık dışı iç savaş boyunca- sürdürdükleri dışlama politikasının sonlandığının sinyalini verdiler.
Ortadoğu’daki hükûmetler de bu geniş çaplı yeniden konumlanmanın bir parçası olarak çeşitli bölgesel forumlara katılmaya başladı. Irak’ın istikrarını değerlendirmek üzere ilk olarak 2021 yılında Bağdat’ta; 2022’de ise Amman'da toplanan Bağdat İşbirliği ve Ortaklık Konferansı (İran, Türkiye; Körfez İşbirliği Konseyi üye ülkeleri ile Ürdün ve Mısır'ın da dâhil olduğu) önceleri birbirine rakip olan birçok unsuru bir araya getirdi. 2020'de, enerji güvenliği ve karbonsuzlaşma adımlarının istişare edilmesi maksadıyla kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu; Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya ve Ürdün’ün yanı sıra Filistin temsilcilerini buluşturdu. 2021 yılında ise sağlık, altyapı ve enerji meselelerine odaklanarak bölgeler arası ortaklıkları pekiştirmek amacıyla Hindistan, İsrail, BAE ve ABD’nin yer aldığı I2U2 adlı ortaklık kuruldu.
Bölgedeki yeniden konumlanmanın bir başka yönü de İsrail’in bazı Arap hükûmetleriyle normalleşmesidir. 2020 Abraham Anlaşmaları’nda İsrail ile aralarında resmî bağlar kurmayı kabul eden Bahreyn, Fas ve BAE ekonomik ilişkiler ve ticaret için de çeşitli fırsatlar oluşturmuş oldu. Yapılan anlaşmaların bir amacı da İsrail ile Arap dünyası arasında, doğrudan geliştirilecek yeni güvenlik ilişkilerinin önünü açmaktı. 7 Ekim saldırılarından önce Biden yönetimi, Arap dünyasının önde gelen bir üyesi olarak Suudi Arabistan’ın da bu gruba dâhil olacağına dair büyük umutlar besliyordu. Bu anlaşmalar üzerine inşa edilen Negev Zirvesi (Mart 2022), Bahreyn, Mısır, İsrail, Fas, BAE ve ABD’yi bir araya getirmişti. Zirve’nin amacı, ekonomik ve güvenlik iş birliğini teşvik etmek üzere belli aralıklarla bir araya gelmekti.
Ne var ki normalleşme adımlarının Filistin meselesine açık bir şekilde yer vermediği, Filistin meselesinin arka plana atıldığı görülüyordu. Böylece Ürdün’ün Negev Zirvesi’ne katılmayı reddetmesi ve 2023 başlarında İsrail’in Batı Şeria yerleşimine ilişkin gerilimlerin alevlenmesi neticesinde gerçekleştirilecek toplantılar sürekli ertelendi. Gelinen noktada -Gazze’nin yıkıma uğramasıyla birlikte- daha fazla ilerleme kaydedilmesi, sadece savaşın bitirilmesine değil; ayrıca bir Filistin Devleti için hayata geçirilebilir bir planın oluşturulmasına da bağlı olacak.
Kopuşlar ve Esneklik
Gazze’de yaşanan savaşın İran-Suudi Arabistan ilişkilerini bozmak yerine daha da güçlendirdiği görülüyor. İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Kasım 2023’te, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde, Riyad’da düzenlenen Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısına katıldı. Aralıkta ise İranlı ve Suudi liderler, Gazze savaşını görüşmek üzere Pekin’de tekrar bir araya geldi. İki ülke, gelecek aylarda, Raisi ve Muhammed'in karşılıklı devlet ziyaretleri gerçekleştirmesini de planlıyor. Bu ziyaretlerin yeni geliştirilen ekonomik ve güvenlik bağlarını resmîleştirmesi bekleniyor. İran ve Suudi Arabistan Dışişleri Bakanları, bilhassa Husiler konusunda yaşadıkları gerilimin canlılığınas rağmen Ocak 2024’te, Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda bir araya geldi.
Bu arada, İsrail ile Abraham Anlaşması’nın tarafları arasındaki diplomatik ilişkiler de şu ana kadar devam etti. BAE, mevcut krizde bile, İsrail hükûmeti ile olan diyaloğu, İsrail-Filistin meselesinin siyasi çözümünde yol kat etmek için önemli gördüğünü açıkça belirtti. Bahreyn parlamentosu, Gazze’ye yönelik saldırıyı kınamış olsa da ülke, İsrail ile olan bağlarını resmen koparmış değil. Bu noktada, söz konusu iki Arap ülkesi için de normalleşme, yalnızca İsrail ile ekonomik bağları güçlendirmek değil; ayrıca ABD ile stratejik bağları da pekiştirmek anlamına geliyor. Nitekim Washington’un son yıllarda, elini bölgeden çektiği algısına rağmen Körfez Arap ülkeleri, ABD’nin güvenlik garantilerini ve korumasını aramaya devam ediyor: Ocak 2022’de Biden, Katar’ı “NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik” olarak tanımladı ve Eylül 2023’te Bahreyn ve ABD, stratejik ortaklıklarını güçlendirmek için bir anlaşma imzaladı.
Şimdilik, Orta Doğu liderlerinin bahse konu anlaşmazlıkları aşmaya çalıştıklarına dair belirtiler mevcut. Örneğin, İran, artan ekonomik baskıyı ve içerideki huzursuzluğu yönetebilmek için sadece Körfez Arap ülkeleriyle değil; Irak, Türkiye ve Orta Asya ülkelerinin yanı sıra Çin ve Rusya ile de geliştirilecek bölgesel iş ve ticaret ilişkilerine yeni bir öncelik vermeye başladı. Tüm bunlar, Tahran’ın bölgede çeşitli grupları desteklemesine rağmen Gazze’deki savaşa doğrudan müdahil olmaktan kaçınması gibi pragmatik dürtülerle hareket ettiğini gösteriyor. Fakat Gazze’de bir ateşkes sağlanamaması durumunda bölgede artacak misilleme saldırılar sebebiyle İran’ın hesapları da değişebilir.
Rekabetten Ortaklığa
Gazze'deki savaş, Filistin meselesini tekrardan uluslararası gündemin üst sıralarına taşırken Orta Doğu’da etkin, yeni siyasi dinamiklerin de altını çizdi. Bir yandan, ABD’nin etkisinin azaldığı görülürken diğer yandan, önceleri anlaşmazlık yaşayanlar da dâhil olmak üzere bölgesel güçlerin inisiyatifi ele almaya başladığı, ara buluculuğa dâhil olduğu ve politik tepkilerini koordine ettiği görülüyor. Bilhassa Mısır, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE gibi bölgesel güçler, 7 Ekim'den önce Filistin meselesinde aynı politikaları izlemezken şimdi çarpıcı bir birlik, koordinasyon ve planlama içerisinde hareket ediyor. Fakat bu ortak duruşu kalıcı bir kolektif liderliğe dönüştürmek için bu güçlerin daha kalıcı bölgesel kurumlara ve düzenlemelere bağlanmaları gerekiyor.
En mühimi, bu oluşumların tüm bölge için daimî bir diyalog tesis etmesi. Dönem dönem bakanlar için düzenlenen zirveler ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu, I2U2 gibi az-üyeli, geçici oluşumlar önümüzdeki yıllarda da bölgesel görünümü belirlemeye devam edecek şüphesiz. Fakat bölgesel güvenlik için kalıcı bir forumun eksikliği söz konusu. Dünyanın diğer bölgelerinde Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Güneydoğu Asya Uluslar Birliği gibi iş birliğine dayalı güvenlik forumları, ikili ve bölgesel güvenlik ittifaklarının yanı sıra gelişerek düşman unsurlar arasında bile iletişimi kuvvetlendirmiş ve çatışmaların önlenmesinde etkili olmuştur. Orta Doğu'nun küresel bir istisna olarak kalması için bir sebep yok. Bölgenin acil koordinasyon ve gerilimi azaltma ihtiyacı düşünüldüğünde, yaşanan kriz, böyle bir girişimi başlatmak için aslında önemli bir fırsat sunuyor.
Liderler, tüm bölgeyi kapsayacak bir forum fikrine şüpheyle yaklaşsa dahi iş birliğine dayalı yeni güvenlik mekanizmalarını geliştirmenin çeşitli yolları var. Örneğin, 1990’ların başlarında İsrail-Filistin çatışmasını ele almak üzere Madrid barış sürecinin başlatılmasından bu yana, bu tür düzenlemeler, yetkin kişiler arasındaki diyaloglarda gayriresmî olarak öneriliyor. Son birkaç yıldaysa, çok sayıda politikacı ve bilirkişi, bu yaklaşımın resmî düzeyde uygulanmaya hazır olduğunu açıkça belirtiyor. Böyle bir forumun tüm Arap devletleri, İran, İsrail ve Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi kapsaması amaçlansa da böyle bir şey hemen mümkün olmayacak gibi. Ancak kilit role sahip birkaç devlet, resmî bir süreç başlatarak ileride daha geniş bir katılım olasılığını açık tutabilir. Bazı Arap devletleri ve Türkiye’nin hem İsrail hem de İran ile ilişkileri olduğu için sürecin başında, böyle bir foruma katılım sağlamaları özellikle değerli olacaktır.
MENA Forumu olarak adlandırılabilecek yeni oluşum, Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerini en geniş manada kapsayabilecek oluşumdur. MENA öncelikle iklim, enerji ve krizlere acil müdahale gibi üzerinde geniş bir mutabakat bulunan ve birbiriyle ilişkili konulara odaklanmalıdır. Gazze’deki savaşın ve İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için ayrı bir Arap girişimine ihtiyaç duyulacak olsa da forum, acil müdahale gündemi aracılığıyla, Filistinlilere yönelik insani destek ve yeniden inşa yardımı da dâhil olmak üzere savaş sonrası Gazze’ye ilişkin meseleleri koordine edebilir. Forum, çatışmalara doğrudan ara buluculuk yapmayacaktır. Nitekim gerilimleri azaltmak için iletişim ve koordinasyonu artırmaya ve üyelere karşılıklı güvenlik ve sosyo-ekonomik faydalar sağlamaya odaklanılması çatışmaların çözümünde en etkili yol olacaktır. Ancak böyle bir süreç, gerçekleştirilecek düzenli temaslar ve aşamalı bir güven inşası yoluyla İsrail-Filistin sahasında ve ötesinde çatışmaların çözümüne katkı sunabilir.
Gerçekten de bölgesel çaplı daimî toplantılar, önemli fırsatlar getirebilir. Doğrudan iletişim kanallarından yoksun olan rakip ve düşman unsurlar arasındaki anlaşmazlıklara ilişkin diyaloglara siyasi kılıflar bulmaktan bahsetmiyorum elbet. Bu toplantılar, yalnızca İsraillileri ve Filistinlileri değil; nihayetinde İsraillileri ve İranlıları da kapsayabilir. Bu ülkeler, birbirlerini endişelendiren ve tartışmaya sebebiyet vermeyen meseleleri görüşmek üzere çalışma gruplarında yer alabilir. Bu tür etkileşimler, iklim ve su meselelerine odaklanan diğer çok taraflı forumların etrafında şekillenerek zaten sessiz sedasız gelişti. Bu da daha kapsayıcı bir bölgesel iş birliğinin işin sonunda mümkün olacağını gösteriyor.
Bir Orta Doğu güvenlik forumunun kurulması için en üst düzeyde siyasi iradenin yanı sıra tarafsız bir aktör olarak kabul edilen güç sahibi bölgesel bir destekçi de gerekli olacaktır. Bir ihtimal, yeni oluşumun dış işleri bakanları düzeyindeki bir toplantıda duyurulmasıdır. Örneğin, Ürdün’deki Ölü Deniz’de düzenlenen ekonomik toplantılardan biri gibi, başka bir bölgesel toplantı çerçevesinde forumun duyurulması mümkün olabilir. Böyle bir girişimin hem bölge içerisinde oluşturulması hem de bölgeden yönetilmesi, başarılı olma ihtimalini yükseltecektir. Örneğin, Asya ve Avrupa’da egemen orta ölçekli güçler, kıymetli uzmanlıklara sahip olabilecekleri alanlarda siyasi ve teknik destek sunabilir.
Liderlik Zamanı
Gazze’deki savaş, pek çok çetin gerçeği açığa çıkardı. Bunların en çarpıcılarından biri de Amerikan gücünün sınırlı olmasıdır. Ne kadar arzu edilirse edilsin, ABD’nin kalıcı bir İsrail-Filistin çözümü için gereken kararlı liderliği ya da nüfuzu sergilemesi pek olası gözükmüyor. Sorumluluk, Orta Doğu’nun yine kendi liderlerine ve diplomatlarına kalacak. Bölgedekilerin dikkatini ve diplomatik faaliyetlerini üzerine çeken savaş, iş birliğine dayalı yeni liderlikler için de nadir bir fırsat sunmuş oldu.
Bölgesel bir güvenlik forumunun Orta Doğu barışını tek başına sağlayacağını söylemek mümkün değil; nitekim hiçbir girişim bunu, tek başına başaramaz. Hesap verebilir bir otorite olmaksızın uzun vadeli istikrarın tesis edilmesi oldukça zor olacak. Böyle bir oluşum, uzun süredir Orta Doğu devlet idareciliğinin bir göstergesi olan -rekabetçi anlamda- güç dengelemesinin yerini alamayacaktır. Ukrayna savaşı acı bir şekilde gösterdi ki Asya ve Avrupa’da bile iş birliğine dayalı düzenlemeler, ulusal düzeydeki stratejik rekabetlerin yerini alma veya askerî çatışmaların önüne geçme noktasında başarısız oldu. Bununla birlikte düzgün işleyen bir forum, çatışma eğiliminin yoğun olduğu Orta Doğu’ya önemli bir istikrar düzeyi kazandıracaktır. Böyle bir tasarının ihtiyacının günbegün arttığı aşikâr.
7 Ekim’de yaşananlar, gerilimi düşürme ve uzlaşma yönündeki bölgesel eğilimleri henüz terse çevirmemiş olsa da yeniden konumlanmak için zaman daralıyor gibi. Önde gelen Arap devletleri, Türkiye gibi bölgesel güçlerle birlikte Gazze öncesi yakınlaşmalarını ve bu süreçte gelişen iş birliklerini korumak için önlerindeki fırsatı kaçırmamalılar. Orta Doğu bir karar anıyla karşı karşıya ya Gazze’deki vahşet karşısında hareketsiz kalarak yaşanan kriz ve çatışmalara daha fazla gömülecek ya da geleceği farklı bir şekilde inşa etmeye başlayacak.
Bu yazı, Foreign Affairs’de 1 Şubat 2024 tarihinde “Only the Middle East Can Fix the Middle East” başlığıyla yayımlanmıştır. Kısaltılarak çevirilen metinde editoryal düzenleme yapılmıştır.