KONTROLSÜZ PİYASA ekonomilerinin her zaman daha fazla ekonomik büyüme ve toplumun geneli için daha iyi bir yaşam anlamına gelmediği artık büyük oranda kabul edilmiş gibi görünüyor. Nitekim 1980’lerden sonraki 40 yıllık neoliberal dönemde orta ve alt sınıflar için ücretler ancak sınırlı artış gösterebildi ve eşitsizlik dramatik bir şekilde yükseldi. Ekonomik büyüme ve verimlilik artışı vaat edilen düzeyde olmadı ve önceki dönemin gerisinde kaldı. Bu uzun vadeli trendlerin ötesinde 2008 finansal krizi ABD’de ve görece daha az da olsa diğer gelişmiş ekonomilerde halkın büyük çoğunluğu için acı sonuçlara sebep oldu. Milyonlarca insan işini ve mülkünü kaybederken, hükümetler vergi mükelleflerinin parasıyla büyük işletmeleri ve zenginleri kurtarmaktan başka bir şey yapamadılar. Bu anlamda 2008 krizinin neoliberal dönemin sorgulanması ve politika yapımındaki ön kabullerin yeniden değerlendirmesi için bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. Bunu yazı dizimizin ilk bölümünde tartışmıştık.
2008 krizinden sonraki dönemde de geleneksel politika araçları ekonomileri canlandırmayı başaramadılar. Merkez Bankaları bunun kısa vadeli bir düzenleme olacağını varsayarak umutsuz bir girişimle faiz oranlarını negatif seviyelere indirdi ve piyasaları likiditeye boğdular. Bu eşi benzeri görülmemiş parasal deney bile iş hacmini ve istihdamı artırmayı başaramadı. On yıldan fazla bir süre sonra, büyüme oranları hala kriz öncesi seviyelere geri dönmedi ve yeterince iyi istihdam ve ücret artışı yaratamadı. Ekonomik alanda bu politika üretememe ve tıkanıklık hali siyasal alana da doğal olarak uzandı. Kovid-19’dan önce dahi kitlelerin değişim talebi artık daha agresif şekilde ifade ediliyor ve açıkça görülebiliyor.
Politik Tepki ve İsyan!
Halkın ana akım ekonomi politikalarına ve mevcut siyasi düzene karşı artan hoşnutsuzluğu ile gelişmiş ülkelerde protesto hareketlerinin yükselişi arasında doğrudan bir ilişki var gibi görünüyor. Örneğin Fransa'daki Sarı Yelekliler Hareketi, bir petrol vergisine tepki olarak başladı ve kısa sürede politik spektrumun çok farklı noktalarından insanları bir araya getiren bir sokak hareketine
dönüştü. Haftalarca süren, can ve mal kaybına da sebep olan olaylarda radikal soldan aşırı sağcılara, çevrecilerden muhafazakarlara kadar pek çok görüşten insan, hükümeti ve kemer sıkma politikalarını protesto ettiler. Göstericileri birleştiren tek unsur ekonomik sıkıntılar ve mevcut düzene karşıtlıktan ibaret. Nitekim protestocular istediklerini yine ekonomik politikalardan geri adım olarak aldılar. Başkan Macron özellikle alt ve orta gelir grubunu olumlu anlamdan etkileyen bir takım ekonomik reformlar açıkladı.
ABD’de Donald Trump gibi bir medya figürünün beklenmedik şekilde başkanlık koltuğuna oturması da aslında yaşanan ekonomik sıkıntılara bir tepki olarak
okunabilir. Çin’le ticaret savaşları başlatmayı ve imalat şirketlerini Amerika’ya geri getirmeyi vadeden, medyadan senatörlere, şirketlerden sanatçılara kadar Amerikan elitlerine meydan okuyan bu eksantrik figür, ana akım siyasete ve yerleşik düzene öfkeli milyonlarca Amerikalının tercihi haline geldi. Trump’a en çok oy veren Amerikaların düşük gelirli ve eskiden Amerikan imalat sanayinin yoğun olarak bulunduğu küçük şehirlerden insanlar olması da bu tezi destekliyor. Trump’tan da önce 2009 yılında yaşanan ‘Wall Street’i İşgal Et’ (Occupy Wall Street) protestoları da bu bağlamda hatırlanmalı. Bu ve benzeri protestolar Amerika’da çok uzun yıllardır görülmeyen olgular.
Birleşik Krallık'ta Brexit de aslında küreselleşmeye ve artan finansallaşmaya bir tepki olarak okunabilir. Tıpkı ABD’de Trump’a oy verenler gibi İngiltere’nin AB’den çıkması oy verenler de büyük oranda eskiden İngiliz fabrikalarının ve madenlerinin bulunduğu kuzey bölgelerinin işçi kökenli insanlarıydı. Pek çokları için AB üyeliği İngiltere’nin küreselleşme macerasının bir sembolü veya bir dönüm noktası olarak görünüyordu. Şimdi İngiltere Başbakanı olan Brexit kampanyasının lideri Boris Johnson da eski ABD başkanı Donald Trump gibi işçi sınıfına neoliberalizm öncesi eski güzel günlere dönmeyi vadetmiş ve bunun meyvesini toplamış gibi görünüyor. İngilizler, İngiltere’nin hala bir sanayi ülkesi olduğu, finansallaşmanın bu kadar artmadığı, iş güvenliğinin ve sendikalaşmanın daha yaygın olduğu ve devletin daha fazla hizmet sağladığı eski günleri istiyor.
İtalya, Hollanda, Avusturya gibi Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde aşırı sağ siyasetin yükselişi de insanların ana akım siyasete olan kızgınlığının bir ifadesi olarak yorumlanabilir. İnsanlar siyasette bir ses arıyorlar ve maalesef genellikle popülistler tarafından suiistimal ediliyorlar. Fakat bu öfkeyi temsil edenlerin sadece sağcılar olduğunu söylemek doğru olmaz. ABD’de Bernie Sanders, Elizabeth Warren ya da Alexandria Ocasio-Cortez gibi Amerikan siyaseti için son derece radikal kabul edilebilecek siyasi figürlerin popülerlik kazanması, İngiltere İşçi Partisi’nin başkanlığına Jeremy Corbyn gibi gerçek manada solcu-sosyalist bir figürün seçilmesi ya da İtalya’da sosyalist Beş Yıldız (Five Star) hareketinin iktidara gelmesi de yükselen protest ruhun siyasete yansımalarıdır.
Bütün bu süreçler aslında ana akım siyasetçileri radikal reformlar yapmakla siyasi alanı aşırı figürlere kaptırmak arasında bir seçim yapmaya zorluyor. Amerikan Başkanı Kennedy’nin de dediği gibi ‘Barışçıl devrimi imkânsız kılanlar kanlı bir devrimi kaçınılmaz hale getirirler’. Ana akım siyasetçilerin reformlar yönünde daha cesur ve radikal adımlar atmamaları halinde aşırı sağ ve aşırı sol siyasetin, ya da faşizm ve anarşizm gibi radikal ideolojilerin merkezde giderek daha fazla yer işgal edeceğini öngörebiliriz.
Kovid-19 Krizi
Kovid-19 salgını, dünyanın dört bir yanındaki hükümetleri salgının verdiği zararı sınırlamak için olağanüstü adımlar atmaya zorladı. Bu tedbirler pandeminin insani bedelini sınırlandırırken, aynı zamanda modern tarihin en büyük ekonomik durgunluğuna da sebep
oldu. Dev ekonomiler durma noktasına geldi ve milyonlarca kişi işten çıkarıldı. Ancak diğer tüm büyük krizler gibi, bu kriz de aslında ekonomik ve siyasi sistemi yeniden değerlendirmek için bir imkân veriyor ve köklü reformlar için bir fırsat
sunuyor. Bu anlamda, 2008 finansal krizinin tetiklediği politik dip dalga, pandemi döneminde daha da güçlenmiş gibi görünüyor.
Kovid-19 sistemi daha derinden vurdukça, savunmasız sosyal gruplar arasında neoliberal sistemin yarattığı ekonomik güvensizlik ve sisteme karşı öfke daha da yaygın ve görünür hale geldi. Kalkınmış batılı ülkelerde pek çok insan, dünyanın en zengin toplumlarından bazılarında yaşadıkları halde neden kendilerini ekonomik anlamda güvende hissetmediklerini sorguluyorlar. Virüsten çok önce de bir vakıa olan bu ekonomik güvencesizlik duygusu (‘precarity’) şimdi artık
zirvede. Toplumsal/cemiyet duyarlılıkların yerini piyasa mantalitesinin aldığı ve pek çok hizmet ve ürünün piyasalaştığı neoliberal çağda, bir salgın hastalık insanlara, toplumun bireylerin toplamından ibaret olmadığını ve hayatta kalmak için piyasalardan fazlasına, sosyal dayanışma ve korumaya, ihtiyaç duyduğumuz gerçeğini hatırlatıyor.
ABD'nin sağlık sistemi, özelleştirmelerin ve piyasa mantığının her zaman daha iyi sonuçlar getirmediğinin bir kanıtı gibi. ABD’de pek çok sağlık hizmeti gibi testler de ücretli. Pandemi başladıktan sonra dahi uzunca bir süre hastaneler, insanlardan Kovid-19 testleri için de ücret almaya devam ettiler. Virüs insan ayırt etmiyor fakat maalesef ABD sağlık sistemi virüs kadar evrensel değil. Birçok sigortasız Amerikalı hala Kovid-19 tedavisi için fahiş ücretler ödüyor. Pandeminin sadece ilk altı haftasında 30 milyon Amerikalı işini
kaybetti. Amerikan ekonomisi için bu şaşırtıcı bir durum değil, çünkü Amerikan işgücü piyasasında ekonomistlerin "otomatik dengeleyici" olarak tabir ettikleri mekanizmalar yok. İşverenler işten çıkardıkları işçiler için herhangi bir mazeret belirtmek ya da tazminat ödemek zorunda değiller. Pandemi tedbirleri sonrası talep olmadığı için işçilerini kolayca işten çıkarabiliyorlar.
İngiltere’de de on yıllardır sürdürülen neoliberal politikalar, Ulusal Sağlık Sistemi NHS’in pandemiye hazırlıksız yakalanmasına sebep oldu. Pandemiden önce dahi kemer sıkma politikaları yüzünden NHS'in ciddi kapasite yetersizliği yaşadığı biliniyordu. Sistem 2019 yılında hastalar için kaydedilen en uzun bekleme sürelerini
gördü. Pandemiye hazırlık aşamasında hükümetin agresif çabalarına rağmen, ülke pandemiye karşı koymak için gerekli olan yoğun bakım ünitesi ve personel kapasitesine ulaşmaktan çok uzaktaydı. Kapasite yetersizliğini ön gören hükümet, pandemi boyunca Kovid-19 hastalarının durumları ağırlaşana kadar evde kalmalarını teşvik etti. İngiltere’de görülen yüksek ölüm oranlarında hastanelerin hastalara erken dönemde destekleyici tedavi sağlayamamasının da etkili olduğu biliniyor. İngiltere, nüfus büyüklüğü göz önüne alındığında dünyada en yüksek ölüm oranlarından birine
sahip.
Diğer gelişmiş ülkelerde de sağlık sistemlerinin ve ekonomik koruma mekanizmalarının yetersizliğine dair benzer gözlemler yapılabilir. Pek çok zengin ülkede vatandaşlar, dünyanın ‘en ileri’ ekonomilerinin neden solunum
cihazları veya yüz maskeleri
üretemediğini ve sözde 'üçüncü dünya ülkeleri'den
yardım beklediğini sorguluyor. İnsanlar bütün üretim ve tedarik zincirlerinin Çin'e ve diğer Asya ülkelerine devredilmesinin belki de o kadar iyi bir fikir olmadığının artık farkındalar. Bu sadece pandemiyle mücadele etmek için gerekli ekipmanlarla ilgili bir sorun değil. Politika yapıcılar da artık küresel tedarik zincirlerinin ne kadar kırılgan olduğu ve pek çok hayati ürünün bu zincirdeki tek bir halkanın kopması yüzünden artık ülkelerine ulaşamayabileceğini gördüler. Bu anlamda küreselleşme de artık mercek altında.
Devrimin Ayak Sesleri
Aslında Kovid-19'dan önce bile politika çevrelerinde ve akademide hâkim paradigmanın eleştirel bir şekilde yenide değerlendirilmesi için çağrılar vardı. Pek çok önemli ekonomist özellikle 2008 mali krizinden sonra yaşananların sorumlusu olarak neoliberal anlayışı göstermiş ve radikal reform çağrısında
bulunmuşlardı. Kovid-19 Pandemisi ile hâkim paradigmanın kusurları da her zamankinden daha fazla gün yüzüne çıkmış ve bu tartışma daha yüksek sesle yapılır hale gelmiş gibi görünüyor.
Eski Dünya Bankası Baş Ekonomisti ve Nobel Ödüllü Joseph Stiglitz, neoliberal dönemin sona erdiğini ve politika oluşturmada yeni bir paradigmanın ortaya çıkması gerektiğini iddia ederken Harvard ekonomisti Dani Rodrik, standart ana akım iktisat modellerinin dünya ekonomisinin güncel sorunlarını çözmek şöyle dursun açıklamak için dahi artık yeterli olmadığını öne sürüyor. Rodrik köklü bir değişim çağrısı yapıyor ve küresel ekonominin mevcut durumu göz önüne alındığında 'cesur bir iktisat'’a gereksinim olduğunu iddia
ediyor.
Eski Amerikan Hazine Bakanı ve Harvard profesörü Larry Summers, uzun zamandır standart para politikalarının acizliğini kabul etmenin artık zamanının geldiğini ve ekonomik canlanma için proaktif hükümetlere dönmemiz gerektiğini iddia
ediyor. Summers'a göre 2008 krizi sonrası yaşanan süreç aslında standart politikaların ekonomik canlanmayı sağlamak için yetersizliğini ispatlıyor; politika yapımı 1980'ler öncesinde hâkim olan Keynesçi yaklaşıma geri dönmeli yani hükümet ekonomik canlanmayı sağlamak ve istihdam ve ücret artışı yaratmak için yeniden aktif mali politikalar kullanmalı. Kamu harcamaları artırılmalı ve verimlilik artırıcı yatırımları ve temel hizmetleri desteklemeli. Bu aslında politika yapımında bir devrim çağrısı.
Benzer şekilde Anatole Kaletsky de para politikasının artık öldüğünü iddia ediyor. Kaletsky, merkez bankacılığının ekonomileri istikrara kavuşturmada uzun zamandır önemli bir rol oynadığını ancak bunun artık sınırlarına ulaştığını
söylüyor. Tüm girişimlerine rağmen merkez bankalarının ekonomik aktiviteleri artık etkileyemediğini belirtiyor. Kaletsky ayrıca IMF başkanı Kristalina Georgieva’nın maliye politikasının daha merkezi bir rol oynaması gerektiğine dair çağrısına da işaret ediyor. Georgieva, “özellikle bütçelerinde alan olan ülkelerin mali güçlerini kullanmaya veya dağıtmaya hazırlanmasının zamanı”
demişti. Hükümetlerin artan rolünün ve maliye politikalarının proaktif kullanılmasının IMF tarafından dahi desteklenmesi, yaşanan paradigma kırılmasının artık ne düzeyde kabul gördüğünün ispatı. Zira IMF uzun zamandır kemer sıkma politikalarının ve sınırlandırılmış hükümet bütçelerinin yılmaz savunucusu olarak görülüyordu.
Aslında bazı şeylerin şimdiden değiştiğini söylemek mümkün. Amerika’nın yeni başkanı Joe Biden radikal bazı reform önerilerini çoktan
açıkladı. Biden yönetimi, Amerikan hükümetini tekrar ekonominin önemli bir aktörü haline getirmek istiyor. Pandemi için hazırlanan 1.9 trilyon dolarlık kurtarma paketinden sonra, Biden 4 trilyon dolarlık yeni bir harcama paketi daha açıkladı. Paket, yollar, köprüler ve tren yollarıyla Amerika’nın altyapısını yeniden inşa etmeyi, elektrikli otomobiller ve yenilenebilir enerji teknolojileri gibi yeni gelişen sektörlere destek sağlamayı, Amerikalılar için okul öncesi eğitim ve yaşlı bakımı gibi temel hizmetleri genişletmeyi vaat ediyor.
İngiltere’den de benzer reformlarla ile ilgili beklentiler giderek artıyor. Pandemiden önce NHS’i özelleştirmeyi tartışan Muhafazakâr hükümet, pandemiden sonra on yıllar önce özelleştirilen demiryolu sistemini kamulaştırmak yönünde adımlar
attı. Başbakan Johnson ülkenin altyapısını kalkındıracak dev bir harcama paketi
açıkladı. Benzer bir harcama paketi AB tarafından hazırlandı ve yürürlüğü sokuldu. Kalkınmış batılı ekonomiler hükümet harcamalarını artırıyor ve ekonomide devletin yönlendirici etkisini tekrar öne çıkarıyor. Bu anlamda gerçekten Keynesyenciliğin bir geri dönüşünden bahsedebiliriz.
Pandeminin tek başına bir sistemik dönüşüme neden olduğu söylenemez. Ancak 2008 küresel finansal krizinden bu yana devam etmekte olan eğilimleri hızlandırdığı çok açık. Politikacılar mevcut sistemle ilgili haklı bir hayal kırıklığı yaşayan halklarına cevap vermek ve çözüm üretmek zorundalar. Önemli reformları hayata geçirmeyi başaramazlarsa insanların mevcut sistemle ilgili şikayetlerini daha radikal yollarla ifade edeceklerinin farkındalar. Bu anlamda bir takım ciddi adımlar şimdiden atılmış bulunuyor.
Sonuç
Politika yapımına dair pandeminin gölgesinde devam eden reform tartışmaları, aslında küresel ekonominin içinde bulunduğu çıkmazı ve acil değişim ihtiyacını gösteriyor. Devam eden ideolojik savaşın tam anlamıyla nerelere varacağını henüz görmedik ve bilmiyoruz. Emin olduğumuz, 2008 kriziyle Kovid-19 krizi arasındaki sürecin standart politika araçlarının yetersizliğini gösterdiği ve uzun zamandır politika yapımını domine eden neoliberal anlayışın sonuçlarına dair derin şüpheler yarattığıdır. Tabii olarak, politika yapıcılar ve ekonomistler politika yapımında yeni bir paradigma veya yeni bir teorik çerçeve arayışındalar. Bu, kapitalizmin tarihinde daha önce büyük buhran sonrası 1930’larda ya da petrol krizi sonrası 1970’lerde yaşanana benzer yeni bir kırılma olabilir.