×
ARAP DÜNYASI

ANALİZ

Orta Doğu'daki Çok Kutupluluk ve Filistin Meselesi

Orta Doğu’nun askeri / ideolojik olarak çok kutuplu yapısı ve bu kutuplar arası derinleşen güvensizlik, Filistin meselesindeki çözümün önünü tıkayan temel faktörlerden biridir.
İSRAİL'İN 7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği “Aksa Tufanı” operasyonunu gerekçe göstererek Gazze ve Batı Şeria’da soykırım ve savaş suçları işlemeye başlaması Filistin meselesini yeniden uluslararası gündemin ön sıralarına taşıdı. İsrail’in işlediği katliamların engellenmesi ve Filistin sorununa kalıcı bir çözüm bulunması yönünde çabaların arttığı bir dönemden geçiyoruz. Ancak aradan geçen yaklaşık üç aylık süreye rağmen İsrail’in başta Gazze olmak üzere tüm Filistin coğrafyasında işlediği savaş suçları bir türlü engellenemedi.

Yüz yılı aşkın bir geçmişi olan Filistin meselesi Orta Doğu bölgesinin kanayan yarası olmayı sürdürüyor. Sırtını Batı emperyalizmine dayayan, bölgesel güvenlik ve istikrar açısından en büyük tehdidi olan İsrail’in iddialı ve revizyonist politikalar takip etmesi Filistin meselesini Filistin coğrafyası dışına taşıyarak tüm bölgeye yayılan bir istikrarsızlığa dönüştürmüş durumda.

Bu yazının temel iddiası, Orta Doğu bölgesinin yapısal sorunlarının Filistin meselesindeki çözümsüzlüğün en önemli gerekçelerinden biri olduğudur. Bu yapısal sorunun temelinde ise bölgenin hem askeri hem de ideolojik açıdan çok kutuplu bir yapıda olması ve bu kutuplar arasında derinleşen güvensizlik ve rekabet bulunmaktadır. Bölgenin, ister bölge güvenlik mimarisini şekillendiren küresel aktörlerin bilinçli bir tasarımı olsun isterse bölgesel dinamiklerden kaynaklansın, çok kutuplu yapısı ve bu kutuplar arası derinleşen güvensizlik hali Filistin meselesindeki çözümün önünü tıkayan temel faktörlerden biridir. 

Bölgenin yeniden yapılandırılması

Bugünkü Orta Doğu coğrafyası I. Dünya Savaşı’na kadar olan yaklaşık dört yüzyıllık süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde kalmıştır. Osmanlı çağı boyunca nispi bir bütünlük içerisinde kalmayı başaran Orta Doğu coğrafyası endüstrileşmiş küresel aktörlerin ilgisinden hiçbir zaman azade olmamıştır. Bu aktörlerin bölgeye dönük ilgisinin kaynağı petrol çağı öncesi Hindistan yolunun güvenliğini sağlama motivasyonu olmuştur. Petrolün stratejik bir enerji kaynağı olarak ortaya çıkmasıyla birlikte bu ülkelerin enerji güvenliği vizyonu Orta Doğu bölgesine olan ilginin en önemli gerekçesini teşkil etmeye başlamıştır.

Osmanlı çağının sonlarına doğru bir parçalanma sürecine giren bölge, çoğu II. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığını kazanan ve suni sınırlara sahip devlet sistemleriyle tanışmıştır. Batılı güçlerin bölgeye dönük çıkarlarını esas alarak yeniden yapılandırdığı Orta Doğu bölgesindeki devlet sistemleri içeride meşruiyet sorunları yaşayan ve rejimlerinin güvenliği için dışarıdaki bir hamiye dayanmak zorunda kalan bir karakterde ortaya çıkmıştır. Bölgedeki Batı çıkarlarının devamı için kurgulanan bu bölgesel düzen, toplumsal meşruiyet tabanları zayıf rejimlerin ayakta kalabilmek için birbiri ile kıyasıya rekabete giriştikleri bir yapı ortaya çıkarmıştır. 

Geleneksel kutuplar

Genel olarak bölge sathındaki rekabet sırasıyla hanedanlar arası rekabet, ideolojik rekabet ve mezhepsel rekabet çerçevesinde incelenebilir. I. Dünya Savaşı sonrası mandacılık sitemi etrafında yapılandırılan bölgesel düzenin en belirgin karakteri hanedanlar arası rekabettir. Haşimi, Suudi ve Mısır monarşileri arasındaki rekabet bu döneme damgasını vurmuştur. 

I. Dünya Savaşı sonrasında Ürdün ve Irak’ta kurulan Haşimi monarşileri ile orta Arabistan’dan çıkarak tüm ülkenin kontrolünü ele geçiren Suudi monarşisi arasında yoğun bir rekabet yaşanmıştır. Suudilerin Ürdün ve Irak’taki Haşimi monarşileri tarafından çevrelenme endişesi taşıdığı bu dönemde özellikle Ürdün kralı Abdullah Hicaz bölgesini Suudi yönetiminden koparmak için yoğun çaba sarf etmiştir. Abdullah’ın, babası Şerif Hüseyin’e sadık kabileler üzerinden bölgedeki Suudi yönetimini zayıflatma girişimi Riyad ile Amman arasındaki temel gerilim konularından birisi olmuştur.  

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan gelen Mısır monarşisi de Haşimi-Suudi rekabetiyle gerilen bölgede ortaya çıkan rekabetin başka bir unsuru olmuştur.  Özellikle Filistin coğrafyası bu üç aktör arasındaki rekabetin düğümlendiği bir bölge olması açısından oldukça önemidir. Her üç aktörün de “sıfır toplamlı bir oyun” yaklaşımı sergileyerek Filistin’de rakip aktörün her kazanımını kendi kaybı olarak görmesi ve Filistin’deki temel politikayı rakibin kazanımlarını baltalamak üzerinden kurgulaması, Balfor Deklarasyonu sonrası Filistin coğrafyasının Yahudiler tarafından kolonize edilmesine mani olacak güçlü bir reaksiyonun ortaya çıkmasını imkânsız kılmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrası bölgede esmeye başlayan pan-Arabizm ideolojisi, adına “Arap Soğuk Savaşı” denilen yeni bir ideolojik rekabet evresi ortaya çıkarmıştır. Bu dönemde küresel ölçekte cereyan eden Soğuk Savaş’ın bölgede yansımaları ortaya çıkmıştır. Bir tafatan Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın liderliğini yaptığı revzyonist Arap Sosyalizmi ideolojisi ile diğer taraftan Suudi Arabistan liderliğinde oluşan Batı yanlısı statükocu eksen arasında ortaya çıkan ideolojik rekabet jeopolitik sahaya taşınmıştır. Arap Sosyalizmi ideolojisinin zayıflamaya başladığı 1980’li yıllara kadar Filistin, Yemen ve Levant coğrafyası statükocu ve revizyonist aktörlerin en önemli rekabet alanı olmuştur.

II. Dünya Savaşı sonrası İsrail devletinin kurulmasıyla derinleşen Filistin sorunu bölgesel aktörler arasındaki rekabetin gölgesinde kalmıştır. Bu aktörler Filistin sorununa odaklandıklarında ise meseleyi rakiplerinin olası jeopolitik ve ideolojik kazanımlarını baltalama perspektifinden ele almışlardır. 

1979, Filistin meselesi açısından kritik gelişmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. Rusların Afganistan işgali, İran İslam Devrimi ve devrim sonrası bir taraftan Suudi doğu vilayetinde ortaya çıkan Humeyni yanlısı Suudi karşıtı Şii ayaklanma, diğer taraftan Kâbe’yi işgal eden Ceheyman el-Uteybi’nin liderliğinde ortaya çıkan Sünni hoşnutsuzluk bölgede yeni bir gerilim hattının ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. İran-Suudi/Şii-Sünni/statükocu-revizyonist rekabeti olarak tanımlanabilecek bu gerilim tüm bölge sathına yayılmıştır. İsrail’in bir taraftan Lübnan ve Suriye topraklarını işgal ettiği diğer taraftan Kudüs’ü ebedi başkent olarak ilan ettiği ve Batı Şeria’da yoğun yerleşim yerleri kurarak bölgeyi Yahudileştirdiği bu süreçte bölgede tırmanan gerilim Filistin meselesine olan ilginin azalmasına yol açmıştır.  İster statükocu ister revizyonist olsun tüm aktörler Filistin meselesini bir siyaset üretme aracı olarak kullanmışlar ve Filistin’e dönük ilgilerini bölgesel düzlemde tırmanan ideolojik ve jeopolitik rekabette alan kazanma gündemi etrafında belirlemişlerdir.

2000 sonrası yeni eksenlerin ortaya çıkışı

2000 sonrası dönemde ABD’nin Irak ve Afganistan işgali ve 2010 yılında ortaya çıkan Arap Baharı süreci bölgede yeni bir rekabet dalgasının ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. ABD’nin Irak ve Afganistan işgalini takip eden süreçte işgal sırasının kendisine geleceğini düşünen İran’da şahin kanadın iktidara gelmesi 2000 sonrası dönemde ortaya bölgesel rekabetin itici gücünü oluşturmuştur. Bu dönemde algıladığı tehditle baş etmek için bir taraftan nükleer güvenlik şemsiyesi arayan diğer taraftan Lübnan, Filistin ve Afrika Boynuzu bölgelerinde yürüttüğü aktif diplomasi ile “Şii Hilali” oluşturmaya çalışan İran’ın faaliyetleri statükocu eksende güvensizliğe yol açmıştır. 

2010 sonrası başlayan Arap Baharı süreci bölgede yeni bir parçalanmaya yol açmıştır. İran’ın liderlik ettiği ve adını “Direniş Ekseni” koyduğu revizyonist/Batı karşıtı/devrimci eksen ile merkezinde Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudilerin yer aldığı statükocu/Batı yanlısı eksen arasındaki rekabete, Türkiye ve Katar’ın liderlik ettiği reformist/İslamcı bir alternatif Sünni blok eklenmiştir. Bu dönemde alternatif bir Sünni bloğun kurulması ve Müslüman kardeşler hareketinin ilk kez bir devlet desteğine (Katar/Türkiye) kavuşması bölge genelindeki rekabetin ve parçalanma süreçlerinin artmasıyla sonuçlanmıştır. 

BAE-Suudi liderliğindeki statükocu eksenin, İran liderliğindeki Şii ve Türkiye-Katar liderliğindeki alternatif Sünni bloktan algıladığı tehdidi dengelemek için 2014 ve 2017 yıllarında Katar’a karşı başlattığı abluka, 2020’li yıllarda bazı Körfez ülkeleri ve İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları” gibi gelişmeler, bölgesel eksenler arasında tırmanan rekabetin İsrail’in manevra alanını genişletmekten ve Filistinlilerin pozisyonunu zayıflatmaktan başka bir işe yaramadığını ortaya koymuştur. 

İsrail’in tüm Filistin coğrafyasını kapsayan hatta Lübnan ve Suriye’ye sıçrayan etnik temizlik ve soykırım suçlarını icra etmeye başladığı Ekim 2023 dönemine ulaştığımızda Orta Doğu bölgesi siyasi tarihinin en parçalı yapısal dönemini yaşamaktaydı. Bölge genelinde Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi önemli aktörler arasında hem jeopolitik hem de ideolojik rekabetin yoğunlaştığı bu dönem İsrail için benzersiz bir manevra alanının ortaya çıkmasına yol açmıştır. İsrail’in icra ettiği bunca savaş suçlarına rağmen BAE-Suudi ekseni hala İsrail’i İran ile giriştiği rekabette bir ağırlık noktası olarak görmeye devam ediyor. ABD liderliğindeki koalisyonun İsrail karşıtı faaliyetleri sebebiyle Yemen’deki İran destekli Husilere yönelik askeri müdahalesi perde gerisinde İsrail ile statükocu eksenin aynı çıkarları paylaştığını göstermesi açısından önemidir. 

NECMETTİN ACAR

Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.