×
KÜRESEL

ANALİZ

Küresel Sistem ve Sistemik Yoksulluk

Mevcut sistemin kurulması ve devamı için sömürgeci merkez iki büyük dünya savaşını, Soğuk Savaşı, onlarca vekâlet savaşını ve yüzlerce askeri müdahaleyi göze almışsa, sistemin iyileşmesi adına radikal bir dönüşümün olacağına dair beklenti fazlaca iyimser duracaktır.
LATİN AMERİKA'DA özellikle 1960’larda kıtayı kavuran yoksulluğun ve geri kalmışlığın sebeplerini açıklamaya dönük tartışmalar giderek artıyordu. 1970’lere gelindiğinde bu tartışmalar ‘Bağımlılık Teorisi’ olarak kavramsallaşıyor ve Latin Amerika’nın dışında da yoksulluğu açıklamada kullanışlı bir kurama dönüşüyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin akabinde ise özellikle ‘çevre’ olarak tanımlanan coğrafyalarda görülen üretim kapasitesi artışı ve hayat standardının yükselmesi Bağımlılık teorisine olan ilgiyi düşürecektir. Bilhassa bağımsızlığını yeni kazanmış yeraltı kaynakları açısından zengin, turizm yönünden şanslı ve eğitim düzeyi yüksek ülkeler gayrisafi milli hasılasında önemli bir yükselme sağlayarak dünyaya liberal açık-pazar ekonomik sistemde gelişebilecekleri ve ‘merkez’ ülkelerin gelişmişlik düzeyine ulaşabilecekleri ümidini doğurmuştur. Bu temporal iyileşme daha sonra bölgesel finansal krizlerle ve zenginle yoksulun arasındaki farkın uçurumlaşmasıyla test edilmeye başlanmıştır. Aslında bu göreceli iyileşme önemli oranda merkez ülkelerinin üretim sektörünü çevreye taşıması ve milyonları ucuz işçiliğe mahkûm etmesiyle mümkün olmuştu. Ebette mesele burada hikayeleştirildiği kadar basit ve nihai değil ancak küresel düzlemde sistemik yoksulluğun giderek kalıcılaşması ve dönemsel krizlerde daha da kronikleşmesi dikkatleri yeniden bu meseleye çevirmektedir.
 
Bağımlılık teorisi üzerinden Doğu ve Güney bölgelerinin geri kalmışlığını açıklama yaklaşımı bir manada modernleşme kuramlarına tepkisel olarak doğsa da merkez-çevre gelişmişlik ilişkisinde halen geçerliliğini sürdürmektedir. Bu kuram özetle çevrenin geri kalmışlığını merkezin sömürgecilik üzerine kurduğu sisteme bağlamaktadır. Immanuel Wallerstein’in kuramsallaştırdığı Dünya Sistemleri Analizi yaklaşımı da merkez ve çevrenin birbirlerine iş bölümü üzerinden bağımlı olduğunu ancak bu ilişkide çevrenin merkez lehine pastadan en az payı alan taraf olarak çıktığının altını çizer. Bir de yarı-çevre ülkeler vardır ki onlar gelişmekte ile gelişmişlik arasında sıkışan ülkelerdir. Çevreye göre daha şanslı fakat gelişmiş ülkelere göre ise daha kırılgan ve geridedir. Bu iş bölümü ayrıca çevreye merkez için ucuz hammadde sağlayıcı rolünü de yükler ve merkezin ürettiği katma değeri yüksek ürünlerin tüketicisi olarak da küresel ekonomik sistemdeki yerini belirler. Özetle çevre post-kolonyal dönemde de yine merkeze bağımlıdır. 

Merkez-çevre arasındaki bağımlılık ilişkisini sadece ekonomik çerçevede değerlendirmek de yanıltıcı olacaktır. Bu bağımlılık politik düzlemde de vardır. Çevrenin merkeze siyaseten bağımlılığı da yine sömürge sisteminin devamıyla alakalıdır. Örneğin Kuzey ve Batı Afrika’nın Fransa ile ilişkisi bu minvalde en belirgin olanıdır. Sadece ekonomik olarak değil siyaseten de Fransız eski sömürge ülkeleri bağımsızlıktan yarım yüzyıl sonra dahi sömürge ülkesi Fransa’ya bağımlıdırlar. Bu bağımlılık ilişkisi ülkeleri gelişmekte olan ülkeler tuzağına çekmektedir. Yani sonuçsuz ve çaresizce süregiden gelişmektelik durumudur. Bu tam olarak ne öldüren ne de olduran ekonomi-politik bir girdaptır.  Bu, servetin, kaynakların, refahın, teknolojinin ve dahi demokrasinin dengesiz dağılımının da ana unsurlarındandır. Ve sistemik yoksulluğun da baş mimarıdır. 

Sistemik yoksulluk da diğer problemler gibi bir günde oluşmaz elbette. Yılların birikimi gereklidir. Yoksulluk bu manada bireysel kapasite eksikliğine bağlanılacak türden de değildir. Daha çok yapısaldır, sistemseldir. Eric Jensen yoksulluğu altı kategoride ele alır. Bunlar durumsal yoksulluk, nesilden nesile geçen yoksulluk, mutlak yoksulluk, göreceli yoksulluk ve kent ve kırsal yoksulluğudur. Her ne kadar Jensen yoksulluğu ABD düzleminde incelese de altı başlıkta ele alınan yoksulluk en çok çevre ve yarı çevre ülkelerinde görünmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’na göre yoksulluk belli bölgelerde toplanmaktadır. Mesela, 47 az gelişmiş ülkelerin 33’ü Afrika’dadır. Küresel yoksulluğun yüzde 24’ü yine yarı çevre ülkesi Hindistan’dadır. Tüm bu ülkeler eski sömürge coğrafyalarıdır.  

Dünya Bankası’nın Uluslararası Yoksulluk Sınırı raporuna göre ise günlük 1.9 doların altında gelire sahip herkes aşırı yoksulluk sınırının altında sayılmaktadır. Bu her ne kadar dünya nüfusunun yüzde 10’una denk gelse de dünya nüfusunun yüzde 85’i de günde 30 doların altında gelirle saygın yaşam standartlarını teminden uzak yaşamaktadır. Bir diğer istatistiğe göre ise en zengin yüzde 10 dünyanın geri kalan yüzde 85’in servetine sahiptir.  Bu dengesiz dağılım bölgeler arasında da belirgindir. Örneğin bu pastadan Kuzey Amerika yüzde 34, Avrupa yüzde 30, Pasifik Asya yüzde 24 alırken Afrika sadece yüzde 1’de kalır. 

Yoksulluğu sadece günlük gelir düzeyi üzerinden açıklamak da yanıltıcı olacaktır. Yine Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı raporlarına göre yoksulluk, ailelerin onurlu bir yaşam sürdürebilmesi kapasitesinin çalınması olarak tanımlanır. Bu, gelişmiş sağlık hizmetine ulaşmadan eğitim ve yüksek hayat standartlarının teminine kadar uzanır. Burada altı çizilmesi gereken husus bu mahiyette yoksulluğun bölgeler arasında dengesiz dağıldığı gibi belli bölgelerde yoksulluk tuzağı veya yoksulluk döngüsü denilen boyuta da ulaşmış olmasıdır. Bu döngü ailelerin sınırlı kaynağa sahip olduğu veya herhangi bir kaynağa sahip olmadığı ve bir türlü yoksulluk girdabından çıkamadığı durumu ifade eder. Jensen’in de sınıflandırdığı gibi ta ki dışarıdan bir müdahale oluncaya kadar yoksulluğun nesilden nesile devamı kaçınılmaz olacaktır. 

İşte tam da bu noktada liberal açık-pazar ekonomik sistem bireylere bu yoksulluk girdabından çıkış yolu sunduğu iddiasıyla ortaya çıkar. Özellikle Soğuk Savaş sonrası liberal Batı yeni dünya düzeni söylemi üzerinden jeo/politik programlarıyla insanlığın son ümidi olarak çevre-merkez arasındaki dengesizliği azaltma iddiasını yeniler. Ancak süreç neo-liberal imparatorluklar lehine döner ve o yönde sabitlenir. Bu durum 2000’lerde yoğunlaşan bölgesel kırılmaların, iç çatışmaların, toplu göçlerin görüldüğü yeni dünya düzensizliğinin yolunu da hazırlar. Yoksulluk ortadan kalkmadığı gibi aksine Doğu ve Güney’de daha da kronikleşir ve merkez ülkeler içerisinde de yoğunlaşmaya başlar. Azınlık gruplar, göçmenler, kadınlar ve aile yapısına göre yoksulluk merkezin iç çevresinde de müzminleşir. Tıpkı çevrenin merkezinde kümeleşen aşırı zenginlik gibi (Meksika), merkezin iç çevresi (ABD’nin Detroit şehri) de sistemik yoksulluktan ve eşitsizlikten nasibini alır. 

Küresel sistem ve onun döngüsel krizleri bu manada artık Güney-Kuzey ayrımından ziyade yoksulluğu hedef almaktadır. Örneğin, bu yüzyılın ilk-en tahrip edici olaylarından biri olan Covid-19 pandemisi yine küresel yoksullukta ayrı bir yara açarken merkez ülkelerin iç çevresini de olumsuz etkilemiştir. Özellikle emekliler ve günlük hayatını informal sektörden kazanan insanlar pandemiden en çok etkilenen gruplardan olmuştur. Bir başka deyişle, Covid-19 virüsünün kendi başına yaygınlığından ve ölümcüllüğünden ziyade merkezin yaşadığı ekonomik sarsıntının yarattığı yıkıcı dalga gelişmekte olan çevre için daha katastrofik olmuştur. Örneğin Vanuatu’da neredeyse hiç Covid-19 vakası görülmemiş olsa da en önemli gelir kaynağı turizm olması hasebiyle pandeminin en şiddetli vurduğu yerlerden biri olmuştur. Dünya Çalışma Örgütü’ne göre pandemi, informal sektörde çalışan 1.6 milyar çalışanın gelirlerinin yüzde 60’ını kaybetmesine yol açmıştır. Buna her hangi bir sosyal güvenceden yoksun dünyanın yarısını da eklemek gerecektir. Elbette tüm bunların bir sonucu olacaktır. Sosyal, ekonomik, politik ve çevresel çöküşler önümüzdeki on yılların kaçınılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkmaya artarak devam edecektir. 
 
Mevcut küresel sistemin ürettiği ve beslediği sistemik yoksulluktan kurtulmanın reçetesi ne bu yazının ne de yazarın kapasitesi dâhilindedir. Ancak Samir Amin bu konuda merkez-çevre bağımlılık ağının kesilmesinden başka bir çözümün olmadığını söyler. Eğer merkezin gelişmişliği çevrenin az gelişmişliğine bağlı ise çözüm de bu bağın unsurlarının ciddiyetle gözden geçirilmesine bağlıdır. Burada çözüm bir revize işi değildir; aksine mutlak bir eylem boyutuna geçilmesidir. Ancak, bu mevcut sistemin kurulması ve devamı için sömürgeci merkez iki büyük dünya savaşını, Soğuk Savaşı, onlarca vekâlet savaşını ve yüzlerce askeri müdahaleyi göze almışsa, sistemin iyileşmesi adına radikal bir dönüşümün olacağına dair beklenti fazlaca iyimser duracaktır. Bu manada Boris Johnson’ın ülkesinin aşılamadaki başarısını kapitalizme ve açgözlülüğe bağlaması dürüstçe, en net ve en iyi biçimde ifade edilmiş bir küresel sistem analizi ve iyimserliğimize de cevap olacaktır.  

NECATİ ANAZ

İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Wilmington Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisans yaptı. Doktorasını siyasi coğrafya ve popüler jeopolitik alanında Oklahoma Üniversitesi, Coğrafya ve Çevresel Sürdürülebilirlik bölümünde tamamladı. Daha sonra Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü ile Polis Akademisi Uluslararası Güvenlik bölümünde öğretim üyeliği yaptı. Hâlen, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Doç. Dr. Anaz, ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde siyasi coğrafya, uluslararası ilişkiler, uluslararası güvenlik, popüler jeopolitik, yumuşak güç ve elektoral coğrafya alanlarında yayınlar yapmaktadır. Anaz, Diaspora Temsil Sistemi kitabının yazarıdır.