ANALİZ
Kültür Savaşlarının Ötesi: Demokrasiler Neden Krizde? -II
Bill Clinton, Tony Blair ve Barack Obama, bir miktar ilerici değişimi mümkün kılan ancak Reagan-Thatcher devrimlerinin temellerinin hiçbir zaman ciddi şekilde sorgulanmadığı uzun bir “tarihi neoliberalizm yayı”nın uzantısıydılar.
DEMOKRASİLER İÇİN en büyük tehlike, vatandaşların varoluşsal bir tehlike olarak algıladıkları şeyler karşısında demokratik ilkeler ve hukukun üstünlüğüne dair ihlallere (yargıçları “halk düşmanı” olarak göstermek gibi) göz yummalarıdır. Son derece partizan olan bölgelerde partiye bağlılık ve sadakat, demokratik normlara saygı duymayı gölgeliyor. Popülistler toplumdaki merkezi bölünmeyi derinleştirmeye çalışıyor ve bunu da basitçe liderden yana olup olmadığınız sorusu üzerinde anlamlandırıyor.
Peki liberaller ve sol bu durumla nasıl başa çıkabilir? Her şeyden önce, küreselciler vs. yerelciler (anywheres vs. somewheres) tarzı yaklaşımlardan doğrudan uzak durmaları ve hatta bu yaklaşımlara karşı koymaları gerekir. Ayrıca son dönemde canlanan aşırı sağ ve ırkçı yaklaşımların ana akım haline gelmesi karşısında da direnç göstermeleri beklenir. Bazıları Danimarka’ya veya sözde solcu bir partinin göçmenlik ve İslamcılık konusunda benimsediği sertlik yanlısı sembolik önlemlere işaret ediyor. Ancak Fransız iktisatçı Thomas Piketty ve diğerlerinin gösterdiği üzere sosyal demokrat partileri terk edenlerin çoğu aşırı sağa kaymadı. Bunun yerine 1970’lerden itibaren sandığa gitmemeyi tercih etti.
İnsanları siyasete yeniden dahil etmek oldukça zordur. Ancak Boris Johnson’ın eski başdanışmanı Dominic Cummings ve yeni ortaya çıkan solcu İspanyol parti Podemos’un stratejileri bunun yapılabileceğini gösteriyor. Çıkarları ve kimliksel özellikleriyle ilgili bir imaj sunabilirseniz, siyasi sisteme tamamen sırtını dönen vatandaşları tekrar sandığa getirebilirsiniz. Trump’ın seçimleri altüst etme anlamında “oy bulma” talebi buna bir örnektir. Ayrıca kendilerini terk edilmiş sayan insanları arayarak oy toplamanın da gerçekten demokratik bir yanı olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer partileri eleştirmekle onları popülist bir yaklaşım etrafında gayrimeşru ilan etmek aynı şey değildir. Bu noktada net bir duruş belirlemek, demokratik bir tutumdur.
Seçmenleri siyasal katılıma yeniden dahil etmeye çalışan sosyal demokrat bir program, düzenlenmemiş-serbest piyasa ve düşük vergilendirmenin veri olarak kabul edildiği, işçilerin iş kabulü konusunda sert teşviklerle disipline edildiği bir tür layt neoliberalizm olmamalı. Ayrıca siyasal katılımdan tamamen vazgeçen veya sosyal demokrat partileri merkez sağ yahut Yeşil partiler için terk eden seçmenlerin (Almanya gibi bazı ülkelerde) hangi temel talep ve çıkarları paylaştığını açıklamak için ciddi bir çaba gerekli.
Bu taleplerin ne olabileceği bir sır değil: En net haliyle, en kötü durumda olanlara yardım etmek için ciddi kaynaklar ayıracak, işleyen bir milli altyapı ve eğitim sistemi (özellikle pandemi sürecinde sadece zengin ebeveynlerin özel öğretmenler tutabildiği ve muazzam eşitsizlikler içeren mevcut sistem dikkate alındığında).
Joe Biden’ın bu noktada doğru modeli yakalayabileceğini söylemek mümkün. İptal edilen çocuk kitapları, eleştirel ırk teorisi ve sağ kültür destekçileri tarafından savunulan diğer konular hakkındaki tartışmalarla şekillenen gündeme karşı direndi. Bunların yerine vergiden kaçınmanın peşinden giderek toplumun tepesindeki ayrılmayı ele almak için ciddi bir çaba gösteriyor. Hatta vergiden kaçınmayı ulusal bir iş modeli haline getiren ülkeleri de iyi bir önlem olarak işin içine dahil etmeye çalışıyor. Bu sayede Thiel, Musk, Bezos ve Branson gibi isimlerin gerçeklerle yüzleşmesini sağlayabilir.
Yine de liberallerin kimlik politikalarını reddettikleri ve azınlıkları kendi kaderlerine terk ettikleri sonucuna varmak yanlış olur. Zamanımızın en belirgin hareketleri – Black Lives Matter ve #MeToo – aslında doğrudan kimlikle ilişkili değil, diğerleri tarafından uzun süredir hafife alınan temel hakları talep etmekle ilişkili. Aynı şekilde bu hareketler Francis Fukuyama’nın iddia ettiği gibi sadece “hakaretlere karşı kızgınlık” ile ilgili de değil. Yine bu hareketler, Adrian Pabst’ın yakın zamanda belirttiği üzere “soyut değerler”le irtibatlı da değil. Polis tarafından vurulmaya veya güçlü kişiler tarafından taciz edilmeye karşı çıkmanın soyut bir mesele olduğu söylenemez.
***
Öte taraftan azınlık taleplerinin kutuplaşmaya ve çözülemez siyasi çatışmalara yol açma olasılığının daha yüksek olduğu iddiası da doğru değil. Sendikaların ve işverenlerin savaş sonrası Avrupa sosyal demokrasisinin en parlak döneminde güvenilir bir şekilde gerçekleştirdiği gibi, insanların kimlik konularının aksine maddi çıkarlar üzerinde müzakereye daha açık olduğu yaygın bir kanıdır. Son yıllarda birçoğu için ortaya çıkan açık bir ders var: “Popülist-otoriter beyaz kimlik siyaseti istemiyorsanız, siyahi ve kahverengi insanlar hakkında konuşmaktan vazgeçmelisiniz. Aksi takdirde ırk ve kültür savaşlarına daha fazla mühimmat taşımaktan öteye gidemeyeceksiniz.”
Yine de kimlik ve çıkarlar bu kadar net bir şekilde birbirinden ayrılamaz. Bu içinde bulunduğumuz zaman dilimi açısından doğru. Geçmişte sosyalist partiler hiçbir zaman yalnızca ücret artışları ve daha iyi çalışma koşulları için savaşmadılar, aynı zamanda haysiyet ve kolektif saygı için de mücadele ettiler.
Çatışmalar kimlikle ilişkili olduğunda bile bu durum uzlaşma ve müzakerenin imkânsız olduğu anlamına gelmez. Romantik bir kimlik kavrayışla herkesin mutlak olarak içsel, gerçek ve değişmeyen bir benliğe sahip olduğunu varsaymıyoruz. İnsanlar siyasi yükümlülüklerini, özel ya da kolektif yaşamda kendileri için önemli olan şeyleri yeniden düşünebilirler. Sağın bugün “uyan” diye toplumda sürekli olarak alay ettiği şey, siyasi “öz” algısının – ve dolayısıyla kimliklerin – nasıl değişebildiğinin basit bir göstergesidir.
Buna karşılık, maddi çıkarlar üzerindeki çatışmaların her zaman rasyonel ve dostça çözülebileceğini söylemek de kolay değil. Yoğun servet birikimine sahip insanların kendilerini “yeniden dağıtım” taleplerinden korumak için ne kadar ileri gidebileceklerini unutmuş durumdayız. (Bugün tam olarak ne yaptıklarının farkında değiliz: Siyaset bilimci Jeffrey Winters, pahalı avukat ve vergiden kaçınma konusunda uzmanlaşmış muhasebecileri “servet savunma endüstrisi” olarak adlandırıyor).
Bunu unutmamızın en büyük sebebi, hiçbir siyasi liderin en tepede yer alan bu “toplumdan ayrılma taraftarı” servet sahiplerinden ciddi bir şey almaya teşebbüs etmemiş olmasıdır. Bill Clinton, Tony Blair ve Barack Obama, bir miktar ilerici değişimi mümkün kılan ancak Reagan-Thatcher devrimlerinin temellerinin hiçbir zaman ciddi şekilde sorgulanmadığı uzun bir “tarihi neoliberalizm yayı”nın uzantısıydılar. Amerika Birleşik Devletleri’nde Cumhuriyetçi Parti son yıllarda radikalleşti. Ekonomik olarak destekçileri için henüz büyük bir tehdit oluşturmasa da seçmenleri baskılayarak ve seçimleri altüst ederek demokrasiyi baltalamaya kararlı görünüyor. Bu, çifte ayrılık konusunu ele almaya yönelik gerçek bir liberal mutabakatın nasıl bir tepkiye yol açabileceğinin kaygı verici bir işaretidir.
The New Statesman dergisinde 1 Eylül 2021 tarihinde “Beyond the culture wars: Why democracies across the globe are in crisis” başlığıyla yayımlanan yazının ikinci kısmını Uğur Altuntaş’ın çevirisiyle sunuyoruz. Yazı bölümler halinde çevrilmiş ve belirli kısımlarda editoryal düzenleme yapılmıştır.