ANALİZ
Körfez Ülkeleri Orta Doğu’yu Yeniden Şekillendirebilir mi?
Son dönemde öne çıkan istikrar ve kalkınma vizyonu bölge için oldukça cazip bir formül. Ama daha önce denenmemiş değil. Böyle bir vizyon için bölgedeki yönetimlerin ciddi ve makul adımlar atmaları gerekiyor.
BREZİLYA, RUSYA, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS bloğunun, gelişmekte olan dünyanın her köşesinden üyeleri vardı. Orta Doğu bu geniş ağın dışındaydı. Ancak, bu durum artık değişti. Bloğun 22 Ağustos’ta gerçekleşen yıllık zirvesine davet edilen altı ülkeden dördü Orta Doğu ülkesiydi: Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE). Gelinen noktada Orta Doğu, genişleyen bloğun üye sayısının üçte birinden fazlasını oluşturacak.
Bu durum, Orta Doğu’daki değişimi gösteren pek çok işaretten sadece biri. Değişimde öne çıkan kritik nokta ise zengin Körfez ülkelerinin kendilerini bağlantısız orta güçler olarak konumlandırmaları. Bu bağlamda, Suudi Arabistan’ın Rusya ve Ukrayna arasında arabuluculuk teklifinde bulunması dikkat çekici. Bu yılki küresel iklim zirvesi Cop28’in ev sahibi BAE hem petrol ihracatçısı hem de yeşil enerji merkezi olarak ikili bir rol üstlenmek istiyor. Öte yandan, altı üyeli Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ise hem tüm dünyadan ultra zengin ve yetenekli kişileri çekerek hem de yurtdışında geniş sermaye havuzları oluşturarak dünyanın ekonomik anlamda hareketli merkezlerinden biri olduğunu kanıtlıyor.
**
Beş yıl önce Suudi Arabistan’ın veliaht prensi ve fiili yöneticisi Muhammed bin Selman bölgedeki gidişatın yönüne dair iyimser bir vizyon sundu. Bu çerçevede Selman, “Yeni Avrupa’nın Orta Doğu olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki küresel rönesans Orta Doğu’da olacak.” ifadelerine yer verdi. Bu sözler, Körfez’de giderek daha popüler hale gelen “yeni” Ortadoğu’nun demokrasi, İslam ya da diğer ideoloji temelli tartışmalar yerine ekonomiye odaklanacağı söylemiyle oldukça uyumlu görünüyor. Öngörülen modele göre, diplomasiyle gelen istikrar, yatırım ve büyümeyi teşvik ederek geçmiş yıllardaki çalkantılı süreçlerin sona ermesini sağlayacak. Körfez ülkeleri, uzun zamandır kendi içlerinde uyguladıkları bu modeli şimdi bütün bölgeye ihraç etmek istiyorlar.
Şu bir gerçek ki Orta Doğu, ekonomik olarak büyük bir potansiyele sahip. En bariz gösterge ise bölgenin geniş hidrokarbon rezervlerine sahip olması. Bunun yanı sıra bölge, dünya petrol üretiminin %36’sını, petrol ihracatının %46’sını, doğal gaz üretiminin %22’sini ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ihracatının %30’unu gerçekleştiriyor. Dahası, bu rakamlar giderek artacak. Nitekim, bölge hem geniş petrol (dünya toplamının %52’si) ve gaz (dünya toplamının %43’ü) rezervlerine hem de düşük üretim maliyetlerine sahip. Bunun sonucu olarak, Batılı petrol devlerinin yatırım konusunda çekingen davrandığı bir dönemde Körfez şirketleri kapasite artırımına gidiyor.
Coğrafi konum ise diğer bir önemli noktayı teşkil ediyor. Bölge, Avrupa, Afrika ve Asya’yı birbirine bağlıyor. Dünyadaki nakliye konteynerlerinin %30’u Mısır'daki Süveyş Kanalı’ndan geçerken, hava kargosunun %16’sı Körfez’deki havaalanları üzerinden sağlanıyor. Bununla birlikte, bölgedeki genç nüfus da Orta Doğu için bir diğer avantajı ifade ediyor. Bölge nüfusunun %55’i 30 yaşın altında. Bu oran, çoğunlukla gelişmiş ülkelerden oluşan OECD’de %36 seviyesinde bulunuyor.
Büyük talihsizlik
Genel olarak bakıldığında Orta Doğu için son yirmi yılın hikayesi çatışma ve umutsuzluktan ibaretti. Bu bağlamda, ABD’nin 2003’teki Irak işgali ve 2010 sonlarında başlayan Arap Baharı protestoları öne çıkıyordu. Protestolar demokrasi yerine kaosla sonuçlandı. Nitekim, bu süreçten etkilenen tüm ülkeler sonunda ya diktatörlüğe geri döndü ya da iç savaşa sürüklendi. Şiddet ve mezhep çatışmaları ise bölgedeki sıkıntıların daha da artmasına neden oldu.
Diğer taraftan Orta Doğu, dünya nüfusunun %6’sını oluştururken ekonomik üretimdeki payı sadece %4. Birkaç büyük petrol üreticisini çıkarırsak bu rakam %2’nin bile altına düşüyor. Bölgenin büyük bölümünde kişi başına düşen milli gelir ya durağan seyrediyor ya da düşüş gösteriyor. Savaştan zarar gören Sudan, Suriye ve Yemen’in yanı sıra Mısır ve Lübnan’da da yoksulluk oranları giderek yükseliyor.
Buna rağmen, Orta Doğu’nun küresel sistemdeki yerini değiştirecek üç büyük değişim yaşanıyor. Bunlardan ilki, Körfez ülkeleri ile ABD arasındaki mesafenin giderek açılması. Son üç başkan da ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığını azaltma yoluna gitti. Dahası, mevcut başkan Joe Biden bölgeye demokrasi getirmeye çalışmıyor. Hatta görünen o ki İran’ın nükleer programını dizginlemekle dahi pek ilgilenmiyor. Bunun sebebi ise ABD’nin başka önceliklerinin olması. Çin’le rekabet, Ukrayna savaşı ve ülkedeki iç siyasi kriz bu önceliklerin başında geliyor.
Öte yandan, ABD’nin bölgedeki ekonomik rolü de zayıflama eğiliminde. IMF’ye göre, son 30 yılda Orta Doğu’nun ihracatında Çin ve Hindistan’ın payı %5’ten %26’ya yükselirken, Avrupa ve ABD’nin payı %34’ten %16’ya geriledi. Bu durum, Asya’nın bölgenin ana ihracat kalemi olan petrole olan iştahını yansıtıyor. Benzer şekilde, 1990’larda Çin ve Hindistan’ın Suudi Arabistan’ın ham petrol ihracatındaki payları sırasıyla %1 ve %3’ün altında seyrediyordu. 2021’e gelindiğinde bu rakamlar Çin için %28’e, Hindistan için %12’ye yükselmiş durumda.
Orta Doğu’daki ikinci değişimin merkezinde petrol yer alıyor. Bölge ülkeleri, çelişkili görünse de hidrokarbondan uzaklaşmayı finanse etmek için petrol ve gazda daha büyük bir güç olmaya çalışıyor. Son dönemde petrol fiyatlarındaki artış ise bu ülkelere beklenmedik bir fırsat sağladı. Suudi petrol devi Aramco, 2021’de 110 milyar dolar olan karını geçen yıl 161 milyar dolar gibi rekor bir seviyeye çıkardığını açıkladı. Önümüzdeki üç yıl içinde kapasitesini yaklaşık %10 oranında artırarak günde 1 milyon varile çıkarmayı planlıyor. Benzer bir hedefe sahip olan BAE, Batı yaptırımlarına maruz kalan İran ve Rus petrolü için bir geçiş noktası haline gelmiş durumda. Halihazırda dünyanın en büyük LNG ihracatçısı olan Katar ise 2027 yılına kadar üretimini %63 oranında arttırmayı planlıyor.
Bölge ülkeleri, bu değişim sayesinde elde edilen gelirlerle yeni sektörlere yatırım yapma imkanı elde ediyor. Suudi Arabistan petro-dolarlarını artık ABD hazinesine yatırmak yerine Avrupalı futbolculardan elektrikli otomobil firmalarındaki hisselere kadar farklı sektörlere yatırıyor. Suudi yönetimi bu yaz Brezilya'nın en büyük madencilik şirketiyle 2,6 milyar dolarlık bir anlaşma yaptı. Ülkenin nihai hedefi ise 2030 yılına kadar sektöre 170 milyar dolarlık yatırım yapmak.
Bölgedeki üçüncü ve son değişim ise, Arap dünyasındaki toplumsal tutumlarda yaşanıyor. Anketlere göre, Araplar ekonomiyi en önemli endişe kaynağı olarak görüyor. Genç Arapların yaklaşık üçte biri bölgenin en büyük sorununun hayat pahalılığı olduğunu söylerken, diğer üçte biri de işsizliğe işaret ediyor. Bu gençlerin neredeyse yarısı ülkelerinde iş bulmanın zor olduğunu belirtiyor. İstikrarın mı yoksa demokrasinin mi daha önemli olduğu sorulduğunda ise, bunların %82’si istikrar yanıtını veriyor. Üstelik, demokrasinin ekonomik büyüme için kötü olduğuna inananların sayısı da giderek artıyor. Bununla birlikte, Arap toplumu siyasal İslam’a olan ilgisini kaybetmiş durumda. İslamcı partiler Tunus’ta seçimle ve Mısır’da askeri darbe yoluyla yönetimden uzaklaştırıldı. Irak, Libya ve Suriye’de ise kontrolü ele geçirmeyi başaramadı. Geçen yıl İran’da yaşanan yaygın protestolar, halkın dini yönetime karşı duyduğu öfkenin işareti niteliğinde.
Körfez ülkelerinin yöneticileri de yeni bir yaklaşım benimsemiş durumdalar. Nitekim, geçtiğimiz on yıl boyunca bölgeyi değiştirmek için somut baskı araçlarına başvurmuşlardı. Bu çerçevede, Yemen’de kendilerine yakın bir hükümet dayatmaya çalıştılar. Suudi Arabistan Suriyeli isyancılara silah gönderirken, BAE de bir savaş lordu olan Halife Hafter’i Libya’nın başına getirmeye çalıştı. Ancak, bu çabaların hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu başarısızlıkların üzerine en azından şimdilik bölgedeki hamasi dış politika dönemi sona ermiş görünüyor. En beklenmedik diplomatik değişim ise Suudi Arabistan ile İran arasındaki anlaşma oldu. 1979’daki İran İslam Devrimi’nden beri anlaşmazlık halinde olan iki ülke nihayetinde Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’de vekalet savaşlarına giriştiler. Ancak, Çin’in de etkisiyle, geçtiğimiz Mart ayında 2016’dan beri kapalı olan büyükelçiliklerini yeniden açma, devlet destekli medyada birbirlerine yönelik eleştirileri azaltma ve ekonomik bağları güçlendirme konusunda anlaşma sağladılar.
Yerel reformalar
Körfez ülkeleri, büyük yerel reformlarda da mesafe kaydetmiş görünüyor. 2017’nin ilk çeyreğinde %16 olan Suudi kadınların istihdam oranı bu yılın aynı döneminde %31 düzeyine ulaşmış durumda. Öte yandan, Körfez ülkeleri, finansal yardımlarda da daha hassas bir yaklaşım benimsiyor. Bazı yardım paketleri hala birkaç şarta bağlı olarak gerçekleşiyor. Örneğin, Tunus Temmuz ayında Suudi Arabistan’dan çoğu kredi olan 500 milyon dolarlık sürpriz bir kurtarma paketi aldı. Mısır, gelir elde etmek için devlet şirketlerindeki hisselerini Katar ve BAE’deki varlık fonlarına satmak zorunda kaldı.
Tüm bu olanlara iyimser bakanlar, bölgedeki mevcut durumun nereye varabileceği konusuna yoğunlaşmış durumda. Buna göre, daha sakin bir Orta Doğu, küresel ticaret ve enerji akışı için daha az risk ve daha az mülteci anlamına gelecektir. Nitekim, dünyadaki 35 milyon mültecinin 8 milyondan fazlası bu bölgeden kaynaklanıyor. Batılı firmalar ise tedarik zincirlerini çeşitlendirmeye çalıştıkça, daha dinamik bir Orta Doğu’yu yeni üretim üsleri haline getirebilir. Fas’ın yılda yaklaşık 700.000 araç üreten ve 220.000 kişiye istihdam sağlayan gelişmiş otomobil endüstrisi bunun mümkün olduğunu gösterir nitelikte.
**
Ekonomiyle ilgili ilerici bir vizyon, bölge için oldukça cazip görünse de içinde birçok tuzak barındırıyor. Bunlardan ilki, son yıllardaki ekonomik ilerlemeden sağlanan kazancın eşitsiz dağılmış olması. Uzun zamandır devrimci-kralcı, milliyetçi-İslamcı, Sünni-Şii ayrışmalarıyla sarsılan Orta Doğu’da bugün en önemli ayrım ekonomi temelinde gerçekleşiyor. Bu da müreffeh ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki ayrışmaya işaret ediyor. Üstelik, ne yazık ki Orta Doğu’nun büyük bir kısmı yoksul durumda. Bölgesel sükunetin hakim olduğu bir dönemde bile yoksul ülkeler müreffeh olanların istikrarını tehdit ediyor. Prens Muhammed'in bölgesel bir rönesanstan bahsetmeye başlamasından bu yana son 5 yıl içerisinde Cezayir, İran, Irak, Ürdün, Lübnan ve Sudan büyük protestolara sahne oldu.
Kötü yönetimler
Arap dünyasının en kalabalık ülkesi olan Mısır’daki durum özellikle endişe verici. 2013’teki askeri darbeden bu yana ülkeyi yöneten Abdülfettah es-Sisi, sağlık ve eğitim için anayasanın gerektirdiğinden daha az harcama yapıyor. Ancak, çölde yeni bir başkent kurmak ve büyük silah alımları gibi görkemli projeler için harcama yapmaktan çekinmiyor. Mısır, dünyanın altıncı büyük silah ithalatçısı konumunda.
Mısır’da toplam borcun milli gelire oranı %93 seviyelerine yükselirken bu borçların %36’sı yabancı para birimleri üzerinden. Ülkenin petrol dışı ekonomisi art arda 33 aydır ve son 90 ayın 81’inde daralma gösterdi. Mısır’ın para birimi ise son iki yılda %50 oranında değer kaybetti ve muhtemelen yakında tekrar devalüe edilecek. Yıllık enflasyon rekor seviyelere ulaştı. Hükümetin enerji santralleri için yeterli yakıt ithal edememesi sebebiyle ülkede bu yaz bunaltıcı sıcaklara rağmen sık sık elektrik kesintileri yaşandı. Bu durumda Mısır için tam anlamıyla bir ödemeler dengesi krizi muhtemel görünüyor. Hükümet bir şekilde devam etmenin yolunu bulsa bile, bölgedeki en büyük ülke sıkıntılarla boğuşurken Orta Doğu’yu yeniden yapılandırmak oldukça zor görünüyor. Dahası, Mısır’daki kötü durum ilerlemeye devam ederse Körfez ülkelerinin ekonomik beklentileri bundan zarar görebilir.
Orta Doğu için bir başka risk de bölgenin müreffeh ülkelerinin bile vaat ettikleri istihdam ve büyümeyi yakalayamamış olmalarıdır. Elbette, bu ülkelerin bugüne kadar bölgedeki komşularına kıyasla daha iyi durumda oldukları yadsınamaz. Suudiler ve Libyalılar 1975’te kişi başına düşen milli gelir bakımından aşağı yukarı aynı seviyedeyken bugün Suudilerinki %353 daha yüksek durumda. Körfez ülkeleri ve bölgenin diğer bir refah merkezi İsrail Orta Doğu nüfusunun sadece %14’ünü oluşturmalarına rağmen bölgedeki toplam milli gelirin %60’ına, ihracatın %73’üne ve doğrudan yabancı yatırımların %75’ine sahip durumda.
Yapısal sorunlar
Bununla birlikte, Suudi Arabistan da komşuları gibi derin yapısal sorunlarla mücadele ediyor. Suudi vatandaşlar hala rahat bir kamu sektörü işini doğuştan gelen bir hak olarak görüyor. Çalışan nüfusun %53’ünü Suudi hükümeti istihdam ediyor. Bu oran 2019’da %66 seviyesindeydi. Bununla beraber, ülkedeki eğitim kurumları nitelikli beceriler sağlamaktan oldukça uzak görünüyor. Ücretler ise en azından devlet sübvansiyonları olmadan ülkeyi bir üretim merkezi haline getirmek için oldukça yüksek.
Prens Muhammed 2030 yılına kadar yıllık doğrudan yabancı yatırımın 100 milyar dolara ulaşmasını bekliyor. Geçen yıl bu rakam sadece 8 milyar dolardı. Bu durumda, ekonomik dönüşümün ana aktörü olarak geriye yalnızca hükümet kalıyor ki bu da şu iki açıdan endişe vericidir: Birincisi, ülke ekonomisinin petrol piyasalarına mahkum olması. Uzmanlara göre, varlık fonlarının bütçe dışı harcamaları da dahil edildiğinde, petrolün varil fiyatının 100 doların altına düşmesi halinde ülke ekonomisi açık veriyor. Şu anda petrolün varil fiyatı, son bir yılın en yüksek seviyesi olan 90 dolar civarında seyrediyor.
İkinci olarak, hükümetin yatırım araçlarında çeşitlendirmeye gitmesinin işe yarayacağına dair bir garanti bulunmuyor. Suudilerin ekonomi planını oluşturan Vizyon 2030, turizmin 2020’lerin sonu itibariyle ülke milli gelirine %10 katkıda bulunacağını öngörüyor. Yetkililer, turizm sektörünün 1 milyon yeni istihdam yaratacağı ve bunun da ülke nüfusunun %5’ine iş imkanı sağlayacağı görüşünde ısrar ederken bu oranın Fransa ya da İspanya’dakinden daha yüksek olduğunu iddia ediyor. Ancak göstergeler, yıllık 100 milyon ziyaretçi beklentisinin gerçekçi olmadığını kanıtlar nitelikte. BM’nin tahminlerine göre, ülke geçen yıl sadece 16 milyon ziyaretçi ağırladı. Bu sayı, Vizyon 2030’un ilan edildiği 2016 yılından yaklaşık 1,5 milyon daha az.
İdeolojik anlaşmazlıklar ve çatışmalar
Bir diğer endişe kaynağı ise liderlerin büyük bir hevesle üstünü örttükleri ideolojik anlaşmazlıkların bir noktada yeniden patlak verme ihtimalinin olması. İran nükleer programı için zenginleştirilmiş uranyum üretmeye devam etmesine rağmen Suudi Arabistan uzlaşı arayışından vazgeçmedi. Ancak, İran’ın daha da ileri giderek nükleer bomba üretmesi halinde, bunun bölgesel bir silahlanma yarışını ve hatta bir savaşı tetiklemeyeceğinin garantisi yok.
İsrail ile Filistin arasındaki çatışma, Arapların İsrail ile yaptığı anlaşmaları bozuyor [ve bölgesel bir savaş riskini artırıyor]. Libya, Suriye ve Yemen’de şiddet azalmış olsa bile temelde yatan anlaşmazlıklar çözüme kavuşmuş değil. Esad, geçen ay güney eyaleti Süveyda’da büyük bir protesto dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Diğer taraftan, Suudi Arabistan ve BAE, yeni Orta Doğu’nun başlıca savunucuları olmalarına rağmen hem dış politika hem de ekonomi konularında sık sık anlaşmazlığa düşüyorlar.
Son risk ise bölgedeki jeopolitik dengelerin yanlış kurulması. ABD hala askeri gücünü bölgeye yansıtmaya istekli ve bunu yapabilecek tek ülke konumunda. Üstelik, küresel finans sistemi üzerindeki hakimiyeti ona eşsiz bir ekonomik güç sağlıyor. Körfez ülkeleri böylesine güçlü bir müttefiki kaybetme riskini göze alamaz. Ancak, Rusya ve Çin’le kurdukları ilişkiler Washington’da giderek artan bir tepkiye yol açıyor. Bunun yansıması olarak ABD, aralarında Rusya’ya insansız hava aracı tedarik etmekle suçlanan bir şirketin de bulunduğu BAE’deki bazı şirketlere yaptırım uygulama kararı aldı. Ayrıca, ABD, Abu Dabi’deki bir limanda Çin’in askeri varlık gösterdiği iddiaları nedeniyle ülkeye F-35 savaş uçağı satma anlaşmasını erteledi.
İngiltere merkezli düşünce kuruluşu Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Emile Hokayem, Körfez ülkelerinin “gelecekteki refahlarını kısmen Çin’in ekonomik yükselişinin devam edeceği varsayımı üzerine planladığını” belirtiyor. Ancak, Çin ekonomisinin böyle bir yükselişe devam edip etmeyeceği ciddi şüpheler taşıyor. Bu şüphelerin temel dayanakları ise ülkedeki yavaş büyüme, yaşlanan nüfus ve durgun emlak piyasası. Dolayısıyla, Çin’e karşı ABD’yi uzaklaştıracak olan böyle bir kumar Körfez ülkelerini zor durumda bırakabilir.
"Yeni Orta Doğu": Ne kadar yeni?
Öte yandan, şöyle bir gerçek var ki Prens Muhammed Orta Doğu’da bir rönesans yaşanacağından söz eden ilk lider değil. İçinde bulunduğumuz dönem ile bölgesel gerginliklerin yatışma eğilimi gösterdiği bir başka dönem olan 1990’lar arasında pek çok paralellik bulunuyor. O sıralar, Oslo anlaşmaları İsrail-Filistin çatışmasının sona erdiğini müjdeliyor gibi görünüyordu. Lübnan’da uzun yıllar süren iç savaş durma noktasına gelmişti. Mısır, Ürdün ve Suriye’deki otokratlar kapalı ekonomilerini dışa açmaktan söz ediyorlardı. Dönemin Suudi veliaht prensi Abdullah bin Abdülaziz de benzer şekilde cesur reformlar vaat ederek İran’la daha iyi ilişkiler kurmaktan yana olduğunu dile getiriyordu.
O dönem İsrail Dışişleri Bakanı olan Şimon Peres ise 1993 yılında, ticaretin bölgedeki gerginliği yatıştıracağını savunan “Yeni Ortadoğu” adlı bir kitap yayımladı. Peres, kitabında “nihayetinde Orta Doğu ortak bir pazarda birleşecektir. Bu ortak pazarın varlığı, uzun vadede barışın korunmasında hayati bir önem arz edecektir.” ifadelerine yer verdi. Ancak, ne yazık ki tarih başka yönde seyretti. İsrail-Filistin barış süreci [şimdilerde çatışmaya] döndü. ABD 2003 yılında Irak’ı işgal ederken İsrail 2006’da Güney Lübnan’a askeri harekat düzenledi. Bölgedeki otokratlar ise modernleşme konusunda yeterince samimi olmadıklarını göstermiş oldu. Bu da Arap Bahar’ına giden süreci hızlandırdı. Pek fazla petrol rezervi olmayan Dubai hariç tüm Körfez ekonomileri petrole bağımlı kalmaya devam etti.
Sonuç olarak, barış ve kalkınma vizyonu bölge için oldukça cazip görünüyor. Ancak, buna ulaşmak için bölgedeki yönetimlerin barışı koruma ve ekonomik kalkınma konusunda hem ciddi hem de makul adımlar atmaları gerekiyor. Nitekim, mevcut koşullar onlara değişim için bir imkan verirken, teknolojik gelişme ve jeopolitik denge de bu değişimi teşvik eder nitelikte. Dolayısıyla, gerisi onlara kalmış durumda.
Bu yazı, The Economist’de “The Gulf countries want to reshape the Middle East in their image” başlığıyla yayımlanmıştır. Kısaltılarak çevirilen metnin belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.