ANALİZ
Jeopolitik Rekabet: Aşırı Sağın Yükselişi İçin Farklı Bir Açıklama!
Ekonomik durgunluk, göç ve çevresel yaklaşımlar Avrupa’da aşrı sağın yükselişini açıklamıyor. Alışılagelmiş açıklamaların dışında, Avrupa’da aşırı sağın yükselişine dair derinlerde yatan sebepler Çin, Hindistan ve Küresel Güney'in yükselişinde aranmalı.
FRANSA'DA Temmuz ayında yapılan genel seçimlerin sonuçları, Avrupa Birliği içinde başka bir aşırı sağcı hükümetin kurulmasından endişe duyan Avrupalıları biraz olsun rahatlattı. Ancak hikayenin sonuna gelmiş değiliz.
Avrupa'da aşırı sağın yükselişi karşısında ne yapılması gerektiğine dair tartışmalar sürerken, öncelikle bu yükselişin nedenini araştırmak önem taşıyor. Alışılagelmiş açıklamaların dışında, aşırı sağın yükselişine dair derinlerde yatan sebeplerin Çin, Hindistan ve Küresel Güney'in yükselişinde aranması gerekiyor.
Gelin işe Avrupa’da aşırı sağın yükselişine ilişkin var olan geleneksel açıklamalardan bazılarını ele alarak başlayalım. On yıl önce "popülizm" Batı dünyasında moda bir sözcük haline geldi. İtalya'daki Beş Yıldız Hareketi'nden İspanya'daki Podemos'a kadar birçok popülist yakıştırması yapılan parti yükselişe geçti. Brexit popülistleri 2016 yılında Birleşik Krallık'ı AB'den çıkardı. Bu noktada hem sol hem de sağ popülizmin yükselişine getirilen en yaygın açıklamalardan biri ekonomi ile ilgiliydi: Avrupa, kendi sonunu getiren bir borç krizinin ve buna eşlik eden kemer sıkma tedbirlerinin pençesindeydi. Bütçeler kısılıyor, ekonomiler durgunluğa giriyor ve işsizlik hızla artıyordu. Çoğu uzman, seçmenlerin aşırı uçlara yönelmesine şaşmamak gerektiğini düşünüyordu.
Bu tez bugün o kadar da anlamlı değil. Enflasyon satın alma gücünü ciddi oranda düşürmüş olsa da, Avrupa şu anda rekor düzeyde istihdam yaratıyor. Avrupa ekonomisi kesinlikle patlama yaşamıyor ama daralmıyor da. Ve çok az kemer sıkma politikası uygulanıyor. Aksine, Avrupa ülkeleri COVID-19 salgınına ve Ukrayna'daki savaşa karşılık verirken ciddi miktarda kamusal yatırım yaptı.
Bu cevaba biraz daha farklı bir bakış açısı getirmek için greenlash'e, yani Avrupa'nın iklim politikalarına bazı çevrelerden gelen tepkilere bakılabilir. Benzine getirilen vergiler, tarım sübvansiyonlarının azaltılması ya da daha yüksek enerji maliyetlerini düşünün.
Çiftçilerin protestolarının aşırı sağcı lider Geert Wilders'in Hollanda parlamento seçimlerinde birinci sıraya yükselmesinde önemli bir rol oynadığı doğru. Ancak aynı zamanda yenilenebilir enerjiye geçiş, enerji maliyetlerinin düşmesi şeklinde somut faydalar da getiriyor. İtalyanlar, enerji verimliliği için devlet tarafından desteklenen 200 milyar euro’luk (218 milyar dolar) sübvansiyon sayesinde evlerini yenileme furyasına kapıldı, İtalya'da greenlash demek çatılarında güneş panelleri olan bir ülke demek.
Analistlerin çoğu aşırı sağı açıklamaya çalışırken göç konusuna da değiniyor. Bu analistlere göre seçmenler Avrupa'ya sürekli göçmen akışı olmasına ve homojen kültürlerinin kaybolmasına tepki gösteriyor. Avrupa'da kesinlikle ırkçılık var ve çok kültürlü bir toplum inşa etmenin de bir bedeli var. Yine de bu aynı derecede yetersiz bir açıklama.
Göçmenlerin nüfusun gerçekten önemli bir kısmını temsil ettiği yerler (Londra, Paris ya da Milano gibi kozmopolit şehirler) aşırı sağın seçimlerde en düşük oyu aldığı yerler oluyor. Göçmenlerin neredeyse hiç görülmediği yerler (taşra, kasabalar ve Doğu Avrupa'nın çoğu) ise aşırı sağın başarılı olduğu yerler.
Göçmenler kısıtlı kamu hizmetlerine erişim için yerel halkla rekabet ediyor, ancak işsizlik rekor seviyelere inmişken "göçmenler iş çalıyor" söylemi hiçbir yerde duyulmuyor. Bunun yerine, sağcı hükümetler bile nüfusun azalması karşısında endüstrinin daha fazla göçmen talebine kulak veriyor. Nitekim İtalya'nın sağcı başbakanı Giorgia Meloni kısa bir süre önce yabancı işçilere verilen çalışma vizelerinin sayısını artırdı.
Bu üç açıklamanın her birinde doğruluk payı var. Yine de hiçbiri meselenin özüne inmiyor. Neler olup bittiğini anlamak için söylemimizi ve yaklaşımımızı değiştirmeliyiz. Bugün aşırı sağın yükselişine değil, milliyetçiliğin yükselişine tanıklık ediyoruz.
Bu da Avrupa'nın dünyanın geri kalanına kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığı bir dönemde gerçekleşiyor. Avrupa faşizmini irdeleyen ünlü filozof Hannah Arendt'in yazılarında işaret ettiği gibi, Avrupa'nın emperyal vizyonu aslında uzun yıllar içerideki eşitsizlikleri dengelemeye yaradı.
En basitinden, sefalet içindeki Fransız işçilerin ve çökmekte olan sanayicilerin ortak bir noktası vardı: Fransız olmaları ve sömürgelerden gelmemeleri. Kendilerini, ülkelerinin hükmettiği halklardan üstün görüyorlardı.
Daha yakın zamanlarda, sömürgeciliğin sona erdiği varsayılan dönemden çok sonra bile, "birinci" ve "üçüncü" dünyayı birbirinden ayıran aşılamaz bir psikolojik uçurum mevcuttu. Ne kadar fakir olursa olsun bir Avrupalı, dünyanın diğer bölgelerinden çok az kişinin sahip olabileceği fırsatlara, teknolojilere ve özgürlüklere erişebiliyordu. Ayrıcalık duygusu sayesinde sosyal açıdan birlik ve beraberlik sağlanabiliyordu. Söz konusu ayrıcalık duygusu, artan refah harcamalarını da beraberinde getirerek hükümetlere, nüfusu kendi yanlarına çekmek için yeterli zenginliği sağladı.
Ancak bugün Avrupa giderek marjinalleşiyor. Küresel ekonominin kilit sektörlerinde (Alman araçlarının yerini alan Çin elektrikli araçlarını düşünün) Avrupa teknolojik olarak geri kalmış durumda. Jeopolitik olarak yönünü şaşırmış durumda ve askeri açıdan zayıf (Rusya'nın Ukrayna'yı işgali gibi). Bir araya gelemeyecek kadar gururlu ve dar görüşlü küçük ulus devletleri, her geçen yıl dünya sıralamasındaki yerlerinin düştüğünü görüyor. Bunun, üzerinde yeterince çalışılmamış olsa da, derin psikolojik etkileri var.
Milliyetçi sağ bu gerileme ve şaşkınlık duygusundan besleniyor. Mağrur "ulus", yeniden birlik ve beraberliğin, yakınlığın ve ortak amaç duygusunun inşa edilebileceği bir sığınak olarak gösteriliyor. Avrupa'nın bu geçici milliyetçiliği, 20. yüzyıl faşizminin yayılmacı, çocuksu halinden farklı. Bugün görülen taşralılaştırılmış, geri plana itilmiş ve tükenmiş olanların milliyetçiliği.
Bugün aşırı sağ kesim tarafından göçmenler ve azınlıklar hedef alınıyorsa, sebebi kendisine mensup olmayanları tanımlamak suretiyle bir birliktelik kurma şeklindeki bilindik stratejiden başka bir şey değil. "Göçmen olmayan", "eşcinsel olmayan" ya da "woke olmayan" gibi tanımlamalarla bir birlik duygusu yaratılıyor. Avrupa, kendi içinde bir sosyal bütünleşme arayışında, eskiden sömürge savaşlarını kullanıyordu, bugün ise kültür savaşlarını kullanıyor.
Bu yazıyı Avrupa dışından okuyan biri, başkasının başına kötü bir şey geldiğinde hissettiği haz duygusunu (schadenfreude) hissetmekte mazur görülebilir. Ancak bunu sömürgecilik sonrası adaletin bir örneği olarak görüp coşkuyla karşılamadan önce, milliyetçiliğin dünyanın dört bir yanında yükselişte olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız: Doğuda Hindistan ve Çin'de, batıda Brezilya ve Amerika Birleşik Devletleri'nde milliyetçi akımlar yükselişte.
Yönünü şaşırma, korku ve endişe, çağımızın şifreleri. Bunlar, milliyetçiliğin yanlış ama inandırıcı bir çözüm sunduğu günümüz insanının ortak sorunları. Bugün yaşanan büyük teknolojik, sosyal ve jeopolitik dönüşümler, dünyanın her yerinde "önce benim ülkem" anlayışının güçlenmesine yol açıyor. Avrupa artık özel değil. Keşfedilmemiş ve belirsiz bir gelecekle karşı karşıya olan korkulu bir dünyanın yalnızca korkulu bir parçası.
Bu yazı, Aljazeera’da “Austerity and immigration no longer explain the far right’s rise in Europe” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.