×
AVRUPA

ANALİZ

"Jeopolitik Güvensizlik" ve Seçimler: Avrupa Neden Sağa Kayıyor?

Avrupa’da 1989 sonrası düzenin çökmekte olduğuna dair korkular, seçmenlerin kendilerine şu soruyu sormalarına neden oldu: “Bize söylendiği gibi gerçekten doğru bir toplumsal-siyasal düzene sahip miyiz? Yoksa bize yalan mı söylendi?”
Milliyetçi sağ, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde kıta genelinde, özellikle de kilit ülkelerde taban bulmaya başladı. [Hafta sonu yapılan seçimlerdeyse bu eğilim, bölgesel bir dalgaya dönüştü.] Bu şovenist dalga Portekiz'den İskandinavya'ya kadar uzansa da esas olarak milliyetçiliği 70 yıldan daha uzun bir süre önce reddeden beş temel AB üyesi ülkedeki sağcı partiler tarafından yönlendiriliyor. 

Giorgia Meloni gibi neo-faşist geçmişe sahip bir siyasetçi İtalya'da 2022'den bu yana başbakanlık yapıyor ve popülerliğini koruyor. Hollanda'da yabancı düşmanı radikal Geert Wilders'in partisi geçen Kasım ayında yapılan seçimlerde birinci oldu ve hala popülerliğini koruyor (hükümet kurmak için diğer partilerden gelmesi beklenen desteği Mayıs ayında alabildi). 

Fransa'da Marine Le Pen'in Ulusal Birlik Partisi yüzde 30'a yakın oy oranıyla birinci sırada yer alıyor. Belçika'da aşırı sağcı Flaman partisi Vlaams Belang anketlerde önde ve yükselişte. Almanya'da ise Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) ikinci en güçlü parti olarak ortaya çıkmış durumda. Avrupa Birliği'nin ilk üyeleri arasında yalnızca küçük bir ülke olan Lüksemburg hala güçlü bir merkezci siyasete sahip. 

Şurası doğru, bu partilerden bazıları ırkçı gündemlerini neredeyse hiç gizlemezken, diğerleri saygın bir muhafazakâr itibar oluşturmayı başardı. Meloni, dış politikasında Batı yanlısı ve günlük iç ilişkilerinde pragmatik bir tutum sergiledi. Ilımlılık stratejisi o kadar başarılı oldu ki Le Pen şimdi açıkça bunu taklit ediyor. Buna karşın AfD, radikalliğini daha da artırdı. 

Bununla birlikte, yakın zamanda Avrupa'daki sağcı güçleri besleyen ortak faktörler sorulduğunda Meloni lafı dolandırmadı: “Açıkça görülüyor ki Avrupa'nın vatandaşlarına verdiği cevaplar artık işe yaramıyor.” 

Peki bu doğru mu? Göç, ekonomik sıkıntılar ve artan eşitsizlik genellikle seçmenleri aşırı uçlara iten faktörler olsa da bu sorunların hepsi son yıllarda bir miktar azaldı. Sığınmacıların gelişleri şu anda son on yılın ortalamasının oldukça altında ve Avrupa toplumları milyonlarca Ukraynalı mülteciyi büyük tartışmalar yaşamadan kabul etti. 

Ekonomik faktörler de mevcut kamuoyu yoklamalarını açıklamada yetersiz kalıyor. Enflasyon özellikle İtalya ve Almanya'da satın alma gücünü düşürmüş olsa da AB 2008 mali krizinden sonra çok daha kötü ekonomik koşullar yaşamıştı. Bugün istihdam, kurucu üyeler de dahil olmak üzere çoğu AB ülkesinde son on yılın zirvesinde ve eşitsizlik de bir miktar azalmış durumda. Fransa'da Gini endeksi (gelir eşitsizliğini gösteren endeks) 2010 yılından bu yana düşerken, diğer çekirdek AB ülkelerinin çoğunda da benzer eğilimler görülüyor. 

Ekonomik ve siyasi memnuniyetsizlik için daima geçerli nedenler olacak. Hollanda'da bazı seçmenler, göçmenlerin refah sistemini sıkıntıya sokmasından ve yetersiz sayıdaki makul fiyatlı konutların rekabet konusu haline gelmesinden endişe ediyor. İtalya uzun süredir ekonomik durgunluk ve düşük büyüme hızı gibi sorunlarla boğuşuyor ve Almanya dünya ekonomisinin hasta adamı şeklindeki imajını gitgide pekiştiriyor. 

Dolayısıyla, milliyetçi sağın bu denli yaygınlaşmasının altında başka bir neden yatıyor olmalı. İpuçlarından biri, Rusya yanlısı olsun ya da olmasın, aşırı sağcı partilerin çoğunun, Vladimir Putin'in Ukrayna'ya işgal emrini vermesinin ardından anketlerde gözle görülür bir şekilde yükselmeye başlaması. Bu olay, Avrupalıların Soğuk Savaş sonrasındaki siyasi düzenin dağılma ihtimaline uyanmasıyla birlikte, kısa süreli güvensizlik hissinin ötesinde bir tepkiyi tetiklemiş olabilir. 

Avrupa’daki kurulu siyasal düzenler meşruiyetlerini her zaman sadece güç ya da kurumlardan değil, aynı zamanda paylaşılan değerlerden de aldılar. En azından Viyana Kongresi'nden (1814-15) bu yana, Henry Kissinger'ın deyimiyle Avrupa siyasetindeki “birleştirici güç”, sistemin ideallerine olan kolektif inançtı. Metternich Avrupası'nın siyasi düzeni, burjuva ideallerinin bastırılması gerektiği konusunda hemfikir olan hükümdarlar üzerine kuruluydu. Buna karşın Versailles (1919) sonrası Avrupa, hiçbir zaman ideolojik birliğe ya da ortak bir meşruiyet duygusuna ulaşamadı ve bir dünya savaşının mutlak düzensizliği hâli sonunda yerleşti. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Soğuk Savaş geldi. Soğuk Savaş, (Batı) Avrupa'nın birleştirici gücünün dönüşüydü. Amaç Sovyet etkisini en aza indirmek ve yavaş da olsa sürekli bir ekonomik entegrasyon sağlamaktı. Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılmasından sonra, birleşmiş, siyasi ve ekonomik olarak liberal bir Avrupa yaratma misyonu ön plana çıktı. Avrupalılar, “Brüksel etkisi” yoluyla dünyanın geri kalanını etkileyebileceklerine bile inandılar; bu etki, basitliği ön plana çıkararak küresel ölçekte bir uyumun oluşmasını sağlayan, düzenleyici bir zemin niteliğindeydi. Avrupa bloğunun genel stratejisi, istikrar ve refah sağladığı sürece halk arasında ilgi gören temel değerleri yansıtıyordu. 

Ancak şimdi Putin'in Ukrayna'ya açtığı savaş, Orta Doğu'daki kargaşa/katliam ve Donald Trump'ın Beyaz Saray'a dönme ihtimali Avrupa'nın istikrar zeminini zayıflatıyor. Bir değişim hisseden seçmenler, geleneksel olarak sistemle özdeşleşmemiş partilere yöneliyor. 1989 sonrası düzenin çökmekte olduğuna dair korkular, seçmenlerin kendilerine şu soruyu sormalarına yol açtı: “Bize söylendiği gibi gerçekten tarihin doğru tarafında mıyız? Bize yalan mı söylendi?” 

Son jeopolitik değişimler sistemin meşruiyetine dair algıyı sarstı. Rusya'nın Ukrayna'ya saldırması Avrupa'nın sadece kısmi bir egemenliğe sahip olduğunu açıkça ortaya koydu ve çokça övülen “Brüksel etkisi” de küresel ölçekte kendini gösteremedi. Diğer büyük ülkeler Avrupa'nın iklim liderliği iddiasını görmezden geliyorlar; çünkü gerekli teknolojik beceriye sahip olmadığını biliyorlar. Göç konusunda ise AB, sorunun kaynağı ülkelere yönelik bir ortak yaklaşım bulma konusunda sürekli olarak başarısızlık sergiliyor. 

Doğru, Meloni gibi milliyetçiler bazen iktidara geldiklerinde daha ılımlı bir tutum sergiliyorlar. Ancak sistemin değerlerini benimsemekten ziyade, onları kurnazca değiştiriyor olabilirler. Kendisini güven veren, kibar, açık sözlü ve Ukrayna'yı destekleyen biri olarak tanıtan Meloni, mevcut her bürokratik makama sessizce partisine sadık kişileri yerleştiriyor. Dahası, güç gaspı gibi görünen (hem cumhurbaşkanının hem de parlamentonun yetkilerini ciddi şekilde azaltacak) bir anayasa reformu için çalışıyor. Ayrıca Fransız yabancı düşmanı Éric Zemmour ve İspanyol aşırı sağcı lider Santiago Abascal gibi sevimsiz figürlerle ittifaklar kuruyor. Ayrıca, Rusya yanlısı eğilimlerini eleştirdiği Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ile de iyi ilişkiler içinde. 

Meloni modeli, milliyetçi sağın iktidarı kazanması ve ardından AB'yi içeriden değiştirmesi için bir şablon niteliği kazandı. Ancak Avrupa'nın sağa dönüşünün temelinde gerçekten de jeopolitik güvensizlik yatıyorsa, buna karşı çıkanlar AB'nin statüko temelinde savunulamayacağını kabul etmeli. Yapmaları gereken şey, güvenlik ve egemenliğin daha da büyük bir siyasi entegrasyon gerektirdiğini ortaya koymak olmalı. 


Bu yazı, Project Syndicate’te “Why Is Europe Moving Rightward?” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.