ANALİZ
Gıda-Nüfus Dengesi ve Malthus’un Felaketi
Küresele ve beşeriyete dair güvenlik kaygıları artarak devam ederken özellikle akademik dünyada arşivlere kaldırılan bazı sosyal ve ekonomik kuramsal tartışmalar yeniden gündeme gelmeye başlıyor.
SALGIN HASTALIKLAR, depremler veya küresel ısınmaya dayalı doğal veya beşeri kaynaklı felaketler insanların hayatını aniden ve tedirgin edici bir şekilde etkilerken küresel kıyamete doğru mu yol alıyoruz sorusu her geçen gün zihinleri daha fazla meşgul etmektedir. Küresele ve beşeriyete dair güvenlik kaygıları artarak devam ederken özellikle akademik dünyada arşivlere kaldırılan bazı sosyal ve ekonomik kuramsal tartışmalar yeniden gündeme gelmeye başlamıştır. Bunların en başında geleni on sekizinci yüzyılın sonlarında endüstriyel devrimin dönüşüm zamanına tekabül eden yıllarda dindar bir ekonomist olan Thomas Robert Malthus’un demografik büyüme ile doğanın üretme kapasitesini karşılaştıran çalışmasıdır. Malthus’un meşhur Popülasyon Teorisine göre dünya nüfus artışı üretilen toplam gıda miktarı ile bir dengede olmalıdır. Herkese yetecek kadar üretilmiş gıda ancak belirli sayıda insan popülasyonunu besleyebilir. Eğer gıda-nüfus dengesi bozulacak olursa insanlık bir çeşit küresel krizle karşılaşacaktır. Malthus’un iddiası, doğanın yaşam için gerekli olanı üretebilme kapasitesi aritmetik büyürken bu potansiyele talip olan nüfus ise geometrik olarak artar, varsayımına dayanır. Ancak Malthus’a göre üretilen toplam gıda miktarı mevcut nüfusu doyurmada yetersiz kalacak açlık ve ahlaksızlık gibi bir takım içtimai problemlerle karşılaşılacaktır. Bu durum beşeriyetin muhatap olduğu en büyük krizlerden birisinin habercisidir: Kıtlık ve ahlaksızlık. Bu konuda Malthus’un zamanının İngiltere koşullarından ziyadesiyle etkilenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraki çalışmalarında Malthus, tezinde bir takım revizyona gitmiştir. 1800’lerin başında yaptığı çalışmalarında gıda-nüfus makasındaki açığı dengeleyici bazı unsurların altını çizmiştir. Malthus bunları iki ana başlıkta toplar. Gıda-nüfus eğrisini dengeleyici hususlar olarak önleyici ve pozitif kontrollerdir (Malthus’un meşhur grafiğine bakılabilir).
İsminden yanlış algılanmaya müsait pozitif kontrol, nüfus artışını dengeye getiren veya geometrik yükselişi yavaşlatan bir dizi felaket olaylarını kapsamaktadır. Bunlar açlık, salgın hastalıklar, savaşlar veya doğal afetler gibi kitlesel ölümlere yol açan, yani kaynağı doğal veya beşeri olabilen fakat nüfus artışını yavaşlatan yıkıcı olaylardır. Malthus’un pozitif kontrolüne tarihten ve yakın çağdan çokça örnek bulunabilir. Ortaçağ Avrupa’sının Kara Ölümü, İrlanda patates krizi ve Çin’in Taiping İsyanı pozitif kontrole örnek olarak verebilir.
Daha sonra revize ettiği çalışmasında Malthus önleyici kontrollerden de bahseder. Burada yine nüfus artışını dengeleyecek korunmalardan bahseder. Mensubu olduğu kilisenin öğretileriyle çelişiyor görünse de Malthus burada gıda-nüfus dengesinin sağlanmasını öncelikli bulur ve böylece toplumun yaşam standartlarının iyileşebileceğini söyler. Bu koruyucu önlemler daha sonraları doğum kontrol politikaları olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamdaki aile planlama programları özellikle Latin Amerika, Karayipler ve Doğu Asya gibi gelişmekte olan ülkelerde 1960’larda hatırı sayılır bir popülariteye ulaşır. Amaç, doğumu azaltmak, kadınların hayat kalitesini artırmak ve sürdürülebilir ekonomik büyümenin sağlanmasıdır. Koruyucu Devrim olarak da bilinen küresel aile planlaması, tepkiyle karşılanmıştır ancak ortalama 5-6 çocuk olan aile büyüklüğü, Latin Amerika ve Karayiplerde -bu ve benzeri programların sonucu olarak- bugün 2.1 ve altına düşmüştür. Komünist Çin’in tek çocuk politikasıyla Asya’da da uygulanan Malthuscu önlemler, gıda-nüfus dengesinde krizleri kolay atlatmak ve sürdürülebilir ekonomik büyümede avantajlı duruma gelmek için başvurulan yöntem olmuştur.
Elbette Malthus’un Popülasyon Teorisinin tamamını bu kısa yazıda sunmak imkânsızdır ancak Malthuscu felaket olarak da bilinen bu teori birçok haklı eleştirinin de muhatabı olmuştur. Gıda-nüfus dengesine gerekirci yaklaşan Malthus’un düşünceleri eğitimin, bilimin ve teknolojinin sağladığı yeni olanaklarla anlamsızlaştırdığı gerekçesiyle birçok nüfus bilimci tarafından itibarsızlaştırılmıştır. Malthus, 18’inci yüzyıl İngiltere’sinden günümüzün dünyasına tercüme edilemez bulunmuştur. Malthus felaketine en ciddi cevap Yeşil Devrim ile gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası özellikle gelişmekte olan ülkelerin karşılaştıkları kıtlık milyonlarca insanın hayatını tehdit eder duruma gelmişti. Yeşil Devrim -başlangıcı 1950’lere kadar gider- geleneksel tarımsal üretimin inovatif tekniklerin kullanımıyla dönüşüme uğramasının ve tarımda üretimin artmasının hikayesidir. Ortodoks yöntemlerle tarımsal üretimin artan nüfusu beslemesinin imkânsızlığı anlaşılınca öncelikli olarak Meksika ve Hindistan’da pratiğe konulan yeni teknik ve yöntemlerle tarımsal üretimde büyük bir ivme elde edilmiştir. Böylece Hindistan’da olduğu gibi milyonların açlıktan ölmesinin önüne geçilmiştir ve gıda-nüfus dengesizliğini bir tuzak olarak gören Malthus’un çıkarımları da yanlışlanmıştır. Özellikle Avrupa’da Malthus tam bir yanılgı içine düşmüştür. Kıta dışında yeni tarım alanlarının kazanılmasından tutun da kıta içerisindeki tarım arazilerinin ilaçlama, gübreleme, yeni tohum ve sulama imkânlarıyla daha verimli kullanılması ile kıta nüfusunun beslenme sorunu tamamen ortadan kalkmıştır.
Ancak Malthus’un beşeriyetin geleceğine dair futuristçe kaleme aldığı klasik ekonomik kuram hiçbir zaman tamamen terkedilmemiştir. Yeni Malthuscu Popülasyon Kuramları gibi farklı yaklaşımlardan dünya nüfusunun beslenmesi ve gezegenin tahammül edeceği üretim stresinin sınırlarını tespit etme ihtiyacı Malthus’un mezkûr kuramının yeniden ziyaret edilmesine yol açmıştır. Yeni Malthuscu yaklaşımlar onun kuramını kelimesi kelimesine kullanmasa da bugün sekiz milyara yaklaşan dünya nüfusunun yaşam standartlarının artırılması bağlamında gezegenimize ziyadesiyle baskı yaptığı konusunda hem fikir olmaktadırlar. Özellikle küreselleşmeyle beraber üretimin artması ve tüketimin yaygınlaşması izafi olarak yaşam koşullarında iyileşmeye sebep olsa da dünya nüfusunu ekonomik büyümenin bir parçası yani ekonomik sürdürülebilirliğin bir unsuru olarak görme gıda-nüfus dengesine dair iyimser yaklaşımların da elini zayıflatmıştır. Doğal olarak nüfus, ekonomik büyümenin olmazsa olmazı olarak görülünce dünyamız üzerindeki doğal kaynakların tüketimi de hızlanmakta ve sınırlı kaynaklarla sınırsız arzuların karşılanması da imkânsızlaşmaktadır. Yeşil Devrimde olduğu gibi bir Gen Devrimi ile gezegenin üretkenliği nüfusun lehine artırılabilir mi sorusuna verilecek cevap ise hala belirsizdir.
İki yönüyle Malthuscu yaklaşım hala günümüz için alakasını korumaktadır. Birincisi, Malthuscu gıda-nüfus dengesi tezi gelişmekte olan ülkelerdeki fakirliğin ve doğal olarak da açlığın açıklamasını yapabilir gibi görünmektedir. Dolaylı sömürgecilik sistemi içerisinde özellikle güney ülkelerinde artan nüfus ile ülkede işletilen doğal kaynakların getirisi birbiriyle örtüşmemektedir. Yani, doğal kaynaklar düşük fiyatlarla ülke dışına çıkarken artan nüfus üretilen artı değerden payını alamamaktadır. Bu da kaynakların adaletsiz dağılımı neticesini doğurmakta ve toplumsal, ekonomik ve siyasal krizlerin de özünü oluşturmaktadır.
Bir diğer husus da artan nüfus doğal kaynaklara olan ihtiyacı artırırken gıdaya olan rekabeti de artırmaktadır. Rekabet arttıkça da doğal kaynaklara olan talep de artmaktadır. Teknolojik imkânların tarımsal üretimdeki katkısı da sınırlı olunca toprağın büyüyen nüfusu besleyememesiyle karşı karşıya kalınmaktadır. Bu da diğer toplumsal problemleri tetiklemekte ve milyonları fakirlik girdabına çekmektedir. Bunun en yakinen bilinen örneği Afrika ülkelerinde ve Hindistan’da görülmektedir. 1970’lerde tarımsal üretim kapasitesini Yeşil Devrimle artıran Hindistan bir yandan artan nüfusuyla mücadele ederken diğer yandan da vatandaşlarının yaşam koşullarının iyileştirilmesi talebini karşılamaya çalışmaktadır. Bu durum ülkeyi yeniden Malthus’un nüfus artışını önleyici tecrübelere başvurmasına mecbur bırakmaktadır.
İkinci husus Malthus’un gıda-nüfus dengesi yaklaşımında dünyanın doğal kaynaklarının kapasitesinin zorlanmasından kaynaklı pozitif kontrolün artarak devam etmesi ihtimalinin her zamankinden daha fazla görülür olmasıdır. Bugün farklı tanımlama ve yaklaşımlarla dile getirilse bile dünyanın doğal kaynaklarının gerek artan tüketim kültürümüz neticesinde gerekse diğer etkenlerle kendini yenileyemez duruma gelmesidir. Dünyamızın doğal kaynakları hızla tüketilirken bu kaynaklar, yerine geri gelmemekte; üstüne üstelik nüfusun artan tüketim alışkanlıklarıyla bir çöplük haline de gelmektedir. Yani beşeriyet sadece doğal kaynakları tüketmiyor ayrıca onların doğal yapısının bozulmasını tetikleyen etkenlerin yaygınlaşmasının da illeti oluyor. Bu da Birleşmiş Milletler tahminlerine göre 2050 yılında 9.2 milyara ulaşacak dünya nüfusu için ayrı bir krizin işaretçisi olmaktadır. Bu krizin daha çok gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde en şiddetli haliyle tecrübe ediliyor olması Malthus’un gıda-nüfus dengesinde yeni bir güvenlik sorununun vusul bulduğu anlamına geliyor. Bu sebepledir ki Malthus’un birkaç yüzyıl öncesinde geliştirdiği Popülasyon Teorisi hala konuşulmaya devam edilecektir.
Belki Malthus gıda-nüfus dengesinde fazla determinist yaklaşmış ve zamanın şartlarından ziyadesiyle etkilenmiş olabilir ancak onun bu felaketvari tezinin bugün tamamen ölü bir tez olduğu anlamına gelmez. Belki de uyarıcı bir yaklaşım olarak Malthus’u yeniden ziyaret etmek faydalı bile olacaktır. Zira bugün doğal kaynaklarımızın hızla tüketildiği ve doğanın kendisini yeniden toparlamasının kısa vadede imkânsızlaştığı gerçeği bizi uyanık olmaya zorlamaktadır. Dengesi bozulan doğanın artan nüfusu beslemesinin de zor olacağı ayrıca hesap edilmesi gereken hususlardandır. Mesela, her ne kadar Covid-19 bir Malthuscu felaket olmasa da bu küresel salgın bize şunu hatırlatmıştır ki o da beşeriyet daha önce hiçbir zaman tecrübe etmediği pozitif kontrollerle muhatap olabilir. İnsanlık gezegenimize kaldıramayacağı yükü yüklemede ısrar etmemelidir. Bu daha çok gezegenimizden ziyade beşeriyet için yapılmamalıdır. Ünlü komedyen George Carlin’in de dediği gibi aslında ‘gezegenimiz hiçbir yere gitmiyor. Biz gidiyoruz.’ Yani o durduğu yerde durabilir belki ama bizim akıbetimizin hiçbir garantisi yoktur.
İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Wilmington Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünde yüksek lisans yaptı. Doktorasını siyasi coğrafya ve popüler jeopolitik alanında Oklahoma Üniversitesi, Coğrafya ve Çevresel Sürdürülebilirlik bölümünde tamamladı. Daha sonra Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü ile Polis Akademisi Uluslararası Güvenlik bölümünde öğretim üyeliği yaptı. Hâlen, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Doç. Dr. Anaz, ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde siyasi coğrafya, uluslararası ilişkiler, uluslararası güvenlik, popüler jeopolitik, yumuşak güç ve elektoral coğrafya alanlarında yayınlar yapmaktadır. Anaz, Diaspora Temsil Sistemi kitabının yazarıdır.