×
KÜRESEL

ANALİZ

En Uzun Barış Döneminin Sonu?

Son seksen yıl, Roma İmparatorluğu'ndan bu yana büyük güçler arasında savaşın yaşanmadığı en uzun dönem oldu. Kurallara dayalı düzen, bu uzun barışın sürdürülmesinin en önemli unsuruydu. Ancak bugün bu barış ortamı son derece kırılgan.
SON SEKSEN YIL, Roma İmparatorluğu'ndan bu yana büyük güçler arasında savaşın yaşanmadığı en uzun dönem oldu. Bu anormal, uzun süreli barış dönemi, her biri öncekilerden çok daha yıkıcı olan iki felaket savaşının ardından geldi. Tarihçiler bunları tanımlamak için yepyeni bir kategori yaratmayı gerekli gördüler: Dünya savaşları. Yirminci yüzyılın geri kalanı, önceki iki bin yıl kadar şiddetli olsaydı, bugün hayatta olan hemen hemen herkesin yaşam süresi kökten farklı olurdu.

1945'ten bu tarafa büyük güç savaşlarının olmaması tesadüf değildi. Hikâyenin bir parçası da büyük bir lütuf ve şanstı. Ancak felaketle sonuçlanan savaş deneyimi, savaş sonrası düzenin mimarlarını tarihin akışını değiştirmeye zorladı. Amerikan liderlerinin savaşı kazanma deneyimleri, onlara düşünülemez olanı düşünme ve önceki nesillerin yapılamaz olarak nitelendirdiği şeyi yaparak barışı getirebilecek uluslararası bir düzen kurma özgüvenini verdi. Bu uzun barışın devam etmesini sağlamak için, dünya liderlerinin ve vatandaşlarının bunun ne kadar inanılmaz bir başarı olduğunu, ama aynı zamanda ne kadar da kırılgan olduğunu fark etmeleri ve bir sonraki nesilde bu barışı sürdürmek için nelerin gerekli olduğu konusunda ciddi bir tartışma başlatmaları gerekiyor.

Bir dönemin sonu

Tarihçi John Lewis Gaddis, 1987'de "Uzun Barış" başlıklı çığır açıcı bir makale yayınladı. Makalede Gaddis, II. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana 42 yıl geçtiğini not etti. Bu modern uzun barışın temelinin Soğuk Savaş olduğunu savundu. 

Birleşmiş Milletler'in kurulması, BM İnsan Hakları Beyannamesi, sonunda Avrupa Birliği'ne dönüşen çok taraflı anlaşmalar ve ABD-Sovyet rekabetinin şiddetli ideolojik boyutunun yanı sıra, barışın temel nedensel faktörü, sistemsel çıkarların ideolojik çıkarlardan daha önemli olduğu yönündeki karşılıklı kanaatti. Sovyetler, kapitalizmden nefret ediyordu ve Amerikalılar komünizmi reddediyordu. Ancak karşılıklı yıkımı önleme arzuları daha önemliydi. 

Dünya iki kampa ayrılmıştı ve her süper güç, dünya çapında müttefikler ve müttefik ülkeler çekmeye çalışıyordu. ABD, Batı Avrupa'yı yeniden inşa etmek için Marshall Planı'nı başlattı, küresel kalkınmayı teşvik etmek için Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nı kurdu ve ekonomik büyümeyi teşvik etmek için ekonomik değişim kurallarını belirlemek üzere Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nı (GTT) yürürlüğe koydu. ABD ayrıca, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'nü (NATO) ve Japonya'yla bir antlaşma taahhüdünü benimsedi. Böylelikle karmaşık ittifaklardan kaçınma stratejisini (George Washington'ın başkanlığına kadar uzanan bir fikir) terk etti. Sovyet komünizmi tehdidine karşı koyabilecek uluslararası bir güvenlik düzeni kurmak için mevcut tüm seçenekleri değerlendirdi. "Sovyet tehdidi olmasaydı, ne Marshall Planı ne de NATO olurdu," belki de.

Sovyetler Birliği'nin 1990'ların başında dağılmasının ardından, zafer yanlıları, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nin büyük güç olarak kalacağı yeni bir tek kutuplu dönemi selamladılar. Bu yeni düzen, ülkelerin büyük güç çatışması endişesi duymadan gelişebileceği bir barış temettüsü getirecekti. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonraki ilk yirmi yılın baskın anlatıları, "tarihin sonu"nu bile ilan etti. Siyaset bilimci Francis Fukuyama'nın sözleriyle, dünya "insanlığın ideolojik evriminin son noktasına ve Batı liberal demokrasisinin insan yönetiminin nihai biçimi olarak evrenselleşmesine" tanıklık ediyordu. McDonald's restoranlarını örnek alan Thomas Friedman'ın "Altın Kemerler Çatışma Önleme Teorisi", ekonomik kalkınma ve küreselleşmenin bir barış dönemi sağlayacağını savundu. Bu fikirler, Amerika Birleşik Devletleri'ni yirmi yıl boyunca sonu gelmeyen, galibiyetsiz savaşlara saplayıp bırakan Afganistan ve Irak işgallerine ilham kaynağı oldu.

Yaratıcı diplomasi, hikâyenin bu bölümünde de önemli bir unsurdu. Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Rusya ile 14 yeni bağımsız Doğu Avrupa devletinin ortaya çıkışı, nükleer silahlı ülkelerde bir artışa yol açmış olmalıydı. Sovyetler Birliği dağıldığında 12.600'den fazla nükleer silah Rusya'nın dışında kalmıştı. ABD Senatörleri Sam Nunn ve Richard Lugar'ın öncülük ettiği işbirlikçi bir nükleer silahsızlanma programı tarafından finanse edilen, ABD ile Boris Yeltsin'in demokratikleşen Rusya'sı arasında olağanüstü bir ortaklık, bu silahların yanlış ellere geçmemesini sağladı. 1996 yılına gelindiğinde, ekipler eski Sovyet topraklarındaki tüm nükleer silahları ya Rusya'ya iade etmiş ya da söküp atmıştı.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından yaşanan jeopolitik değişimler, ABD'nin hem eski rakipleriyle hem de büyüyen rakipleriyle ilişkilerini yeniden şekillendirdi. 2009'da Barack Obama ABD başkanlığına başladığında, hem Rusya hem de Çin "stratejik ortaklar" olarak nitelendirildi. Bu, baskın görüş olarak kaldı. Ancak Donald Trump 2017'de ABD başkanı olduğunda, hırslı ve hızla yükselen bir Çin ile kinci ve intikamcı bir Rusya gerçekliği, ABD'nin yeni bir büyük güç rekabeti dönemine girdiğinin kabul edilmesine yol açtı.

Önümüzdeki tehlikeler

Henry Kissinger, 2023'te ölümünden önce, meslektaşlarına bu seksen yıllık büyük güç barışının bir yüzyıla ulaşmasının pek olası olmadığını defalarca hatırlattı. Tarihin gösterdiği gibi, büyük bir jeopolitik döngünün şiddetli bir şekilde sona ermesine neden olan faktörler arasında, devam eden uzun barışı sona erdirebilecek beş faktör öne çıkıyor.

Listenin başında hafıza kaybı geliyor. Görevdeki her asker de dahil olmak üzere, birbirini izleyen nesillerdeki Amerikalı yetişkinler, bir büyük güç savaşının korkunç bedellerine dair kişisel bir anıya sahip değil artık. Bu olağanüstü barış döneminden önce, her bir veya iki nesilde bir savaşın norm olduğunu çok az kişi biliyor. Bugün birçok kişi, bir büyük güç savaşının düşünülemez olduğuna inanıyor ve bunun dünyada mümkün olanın değil, zihinlerinin kavrayabileceği sınırların bir yansıması olduğunu fark edemiyor.

Yükselen rakiplerin varlığı da barışı tehdit ediyor. Çin'in hızlı yükselişi, ABD'nin üstünlüğüne meydan okuyor. Tıpkı, yerleşik bir güç ile yükselen bir güç arasında gelişen ve antik Yunan tarihçisi Tukidides'in çatışmaya yol açacağı konusunda uyardığı şiddetli rekabete uygun şekilde. 21. yüzyılın başlarında, ABD, ekonomik, askeri ve teknolojik olarak çok geride olan Çin ile rekabet etmeyi düşünmemişti. Şimdi ise Çin, ticaret, imalat ve yeşil teknolojiler de dahil olmak üzere birçok alanda ABD'yi yakaladı, hatta geçti ve diğer alanlarda hızla ilerliyor. Aynı zamanda, zayıflayan bir ülkeye başkanlık etmesine rağmen ABD'yi yok edebilecek bir nükleer cephaneliğe sahip olan Putin, Rusya'nın büyüklüğünü bir ölçüde geri kazanmak için savaşı kullanmaya hazır olduğunu gösterdi. Rusya'nın tehditleri artarken ve Trump yönetiminin NATO'ya desteği azalırken, Avrupa gelecek on yıllardaki akut güvenlik sorunlarıyla başa çıkmakta zorlanıyor.

Küresel ekonomik dengelenme, savaş olasılığını daha da artırıyor. Diğer ülkeler iki dünya savaşının yıkımından kurtulurken, Amerika’nın ekonomik üstünlüğü zayıfladı. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, diğer büyük ekonomilerin çoğu yok olmuştu. Tam da bu tarihsel noktada, Amerika Birleşik Devletleri dünya GSYİH'sinin yarısına sahipti; Soğuk Savaş sona erdiğinde, ABD'nin payı dörtte bire düştü. Bugün ise Amerika Birleşik Devletleri'nin payı yalnızca yedide bir. Ulusal ekonomik güç dengesindeki bu değişimle birlikte, birden fazla bağımsız devletin izin almadan veya ceza korkusu olmadan kendi etki alanlarında hareket edebildiği çok kutuplu bir dünya ortaya çıkıyor. Bu ekonomik üstünlük zayıflaması, baskın güç (ABD) finansal olarak kendini aşırı genişlettiğinde daha da hızlanıyor.

Yerleşik bir güç, özellikle hayati çıkarlar listesinde alt sıralarda yer alan çatışmalarda, askeri olarak aşırı genişlediğinde, yükselen güçleri caydırma veya onlara karşı savunma yeteneği zayıflar. Antik Çin filozofu Sun-tzu, "Ordu uzun süreli çatışmalara girdiğinde devletin kaynakları yetersiz kalacaktır" diye yazmıştır. Bu, ABD güçlerinin Irak ve Afganistan'daki maliyetli görev genişlemesini ve ordunun daha acil zorluklara odaklanamamasını açıklayabilir. Kaynakları bu uzun süreli çatışmalara dar bir şekilde yoğunlaştırmak, Amerika'nın dikkatini giderek daha karmaşık ve daha tehlikeli hale gelen rakiplere karşı savunma yeteneklerini geliştirmekten uzaklaştırdı. Daha da endişe verici olan ise ABD ulusal güvenlik kurumlarının, ulusal çıkarlarına yönelik ciddi tehditleri ele almak için daha stratejik yollar aramak yerine, Kongre ve savunma sanayisinin desteğiyle, daha fazla kaynak (artırılmış fon) talep ettiği bir kısır döngüye girmiş olması.

Sonuncu ve en endişe verici olanı, yerleşik bir gücün ülke içinde sert siyasi bölünmelere sürüklenme eğilimi, dünya sahnesinde tutarlı bir şekilde hareket etme yeteneğini felç ediyor. Bu durum, lider arasında, ülkenin istikrarlı bir küresel düzeni nasıl sürdürmesi gerektiği veya sürdürmesi gerekip gerekmediği konularına ilişkin yaşanan gelgitler arasında daha da sorunlu hale geliyor. Bugün de durum böyle: Görünüşte iyi niyetli bir Washington yönetimi, uluslararası düzenin nasıl değişmesi gerektiği konusundaki görüşünü dayatmak için neredeyse tüm mevcut uluslararası ilişkileri, kurumları ve süreçleri altüst ediyor.

Uzun dalgalı jeopolitik döngüler sonsuza dek sürmez. Amerikalıların ve bölünmüş ABD siyasetinin karşı karşıya olduğu en önemli soru, ulusun anın tehlikelerini fark edip, bu tehlikeleri aşmak için gereken bilgeliği bulup bulamayacağı ve bir sonraki küresel çalkantıyı önlemek -veya daha doğrusu ertelemek- için kolektif eylemde bulunup bulunamayacağıdır. Ne yazık ki, Hegel'in de gözlemlediği gibi, tarihten öğrendiğimiz şey çoğu zaman tarihten ders almadığımızdır. Amerikalı stratejistler, uzun barışın temeli olan Soğuk Savaş stratejisini oluşturduklarında, vizyonları önceki dönemlerin geleneksel bilgeliğinin çok ötesindeydi. Dünyanın büyük güçler arasında bir savaş olmadan eşi benzeri görülmemiş bir dönem yaşamasına olanak tanıyan istisnai durumu sürdürmek, bugün de benzer bir stratejik hayal gücü ve ulusal kararlılık gerektirecektir.


Bu yazı The Foreign Affairs'de 24 Kasım 1925 tarihinde yayımlandı. Kısaltılarak hazırlanan çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.