2008 FİNANSAL KRİZİ, Büyük Buhran'dan sonra dünyanın tanık olduğu en büyük ekonomik şoklardan biriydi. Krizin üzerinden 10 yıldan fazla zaman geçmiş fakat krizin ardında bıraktığı akademik tartışmalar sona ermemişti ki dünya Kovid-19 pandemisinin sebep olduğu daha derin bir ekonomik krizle yüzleşmek zorunda kaldı. 2008 krizinden bu yana başta ABD olmak üzere gelişmiş ekonomilerde, ekonomi politikaları alanında köklü bir değişimin tartışmaları yaşanıyor. Zaten hazırlanmakta olan bu derin paradigma kırılması, Kovid-19 krizi ile birlikte artık belirginleşmiş ve değişim ivme kazanmış gibi görünüyor. Bu yazı, neoliberalizmin hâkim ideoloji haline geldiği 1980’lerden başlayarak son yıllarda bu paradigma kırılmasını hazırlayan süreci inceleyecek.
1980’lerden bu yana hâkim olan neoliberal anlayış Kovid-19 sonrası dönemde muhtemelen yerini devletlerin daha fazla öne çıktığı yeni bir politika anlayışına bırakacak. Minimalist devletlerin, hiper-küreselleşmenin ve finansallaşmanın öne çıktığı piyasacı anlayışın politika yapımı alanında gücünü kaybettiği, devletlerin gümrük vergileri, işgücü piyasası düzenlemeleri, daha fazla yeniden bölüşüm, kamu yatırımları ve teşvikleri gibi daha doğrudan yöntemlerle ekonomilere müdahale ettiği yeni bir döneme girileceğini öngörüyoruz. Bu tıpkı 1950-1970 arası dönem gibi devletlerin denetleme ve düzenleme yetkilerinin ötesine geçerek ekonomide ana aktör haline geldiği bir dönem olabilir. Bu anlamda farklılıklarla birlikte Keynesçiliğin bir geri dönüşünden
bahsedebiliriz.
Neoliberalizm’in 40 yılı
Neoliberalizm 1980'lerin başından itibaren ABD ve İngiltere başta olmak üzere kalkınmış batılı ülkelerin politika yapımında hâkim ideoloji haline geldi. Hükümetler, ekonomik verimliliği artırmak için en uygun yöntemin alabildiğine serbest işleyen piyasalar olduğu fikrine dayanarak ekonomiye yaklaşımlarını daha az müdahaleci bir model lehine dönüştürdüler. Bu, işgücü piyasalarının, uluslararası ticaretin ve finansal sistemin liberalleşmesi ve genel olarak devletin ekonomiyi düzenleme, denetleme ve yönlendirme etkilerinin azaltılması anlamına geliyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra öne çıkan Keynesçi refah devletleri hızla yerlerini minimalist neoliberal devletlere bıraktılar ve ekonominin hemen her alanında özel sektörün alanı genişledi.
İşgücü piyasalarının esnekleşmesi, işverenlerin işçileri kovmak ve işe almak konusunda hiçbir bürokratik engelle karşılaşmaması anlamına geliyordu. Pek çok ülke kıdem tazminatı, asgari ücret ve işten çıkarma için gerekçe sunma zorunluluğu gibi uygulamaları ya gevşetti ya da tamamen ortadan kaldırdı. İşgücü piyasasının bu şekilde esnekleşmesi ekonomik dalgalanmalarda işçilerin pahasına sermayedarların koruması anlamına geliyor. Uluslararası ticaretin liberalleşmesi ise bir hiper-küreselleşme çağı yarattı; ulusal sınırların giderek anlamsız hale geldiği ve daha fazla entegre olan bir küresel ekonomide, şirketler başta Asya ve özellikle Çin olmak üzere emeğin daha ucuz ve vergilerin daha düşük olduğu yerlere göç ettiler. İmalat sanayindeki istihdam imkanları bu ucuz ülkelere kayarken, ucuz mallar zengin ulusların pazarlarına aktı. Çok uluslu şirketler ve küresel tedarik zincirleri, başat üretim ve pazarlama modeli haline geldiler.
Finansal liberalleşme, küresel sermayeye serbestçe hareket etme imkânı verirken hükümetleri de serbestçe dolaşan bu finansal kaynakları kendi para piyasalarına çekmek için rekabet etmeye zorladı. Bu rekabet dolayısıyla sermayedarlar üzerindeki vergi yükü giderek azalırken işçiler ve orta sınıf üzerindeki yük giderek arttı. Aynı zamanda daha önce tecrübe ettiklerimizin çok ötesinde bir finansallaşma süreci yaşandı. Spekülasyonun ve sermaye hareketlerinin reel ekonomiyi ve üretimi baskıladığı (‘Wall Street versus Main Street’) ve bu yüzden özellikle gelişen ekonomilerde finansal dalgalanmaların ve krizlerin sıklaştığı bir çağa girdik. Ani sermaye hareketleri gelişen ekonomilerde önce hak edilmemiş refaha sonra derin ekonomik krizlere sebebiyet verdi.
Son olarak, hükümetler, eğitim ve sağlık başta olmak üzere pek çok temel hizmetlere yönelik harcamalarını ya azalttı ya da özelleştirme ile topyekûn ortadan kaldırdılar. Daha önce kamunun ücretsiz olarak sağladığı hizmet birer piyasa ürününe dönüştürler. Aynı şekilde, devletlerin endüstriyel yatırımları (örn. kamu iktisadi teşebbüsleri), üretim ve ihracat teşvikleri ve tarım sübvansiyonları azaldı. Böylece devletin üretimdeki rolü azalırken özel şirketlerinki arttı. Özellikle gelişen ekonomilerde bu neoliberal reformların IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşların ‘teşvik’leriyle gerçekleştiğini de söylemek gerekir. Finansal sıkıntı yaşayan ülkeler IMF ve Dünya Bankası kredilerine erişmek ya da Dünya Ticaret Örgütünün yaptırım ve cezalarına maruz kalmadan ticaret yapabilmek için bu ve benzeri neoliberal reformları yapmak zorunda kaldılar. Pek çok gelişen ekonomide özelleştirmeler, finansal liberalleşme ya da gümrük vergilerinin kaldırılması böyle gerçekleşti.
Tüm bu değişiklikler, kalkınmış ekonomilerde özellikle işçilerin ve alt gelir gruplarının hayatında zorluklara yol açtı. İmalat sanayi, gelişmiş ekonomileri büyük oranda terk ederken ardında sendikalı, uzun süreli ve görece yüksek ücretli işlerini kaybeden bir işçi sınıfı
bıraktı. İşçiler artık daha düşük ücretli ve iş güvencesi olmayan hizmet sektörü işlerine mahkûm edildiler. Mesela İngiltere’de imalat sanayinin toplam istihdamdaki payı 1970’te yüzde 26 iken 2012’de yüzde 10’a düştü. Aynı şekilde ABD’de imalatın istihdamdaki payı 1980-2017 arasında yüzde 20’lerden yüzde 7’ye
düştü. Yani Kuzey İngiltere’nin demir-çelik, tekstil ya da maden sektörlerinde çalışan işçiler ya da ABD-Detroit’deki otomobil fabrikalarının işçileri için artık Wallmart ya da Starbuck’ta çalışıyorlar.
Bütün bu bedellere rağmen neoliberalizmin vaat edilen ekonomik büyüme ve verimlilik artışını gerçekleştirdiği söylenemez. 1980 sonrası ekonomik büyüme oranları, önceki dönemin büyüme oranlarına yaklaşamadı. Pek çok kalkınmış ekonomide reel ücretler neoliberal dönem öncesine göre çok daha az arttı. Gelir ve servet eşitsizlikleri hızla yükseldi ve en son 20. yüzyılın başlarında ulaşılan seviyelere
geldi. Fransız ekonomist Thomas Piketty’nin çalışmaları gelişmiş ekonomilerde eşitsizliğin alarm veren artışını ortaya koyuyor. İktisat tarihçileri bu yüzden savaş sonrası 1950-1970 arası dönem için ‘kapitalizmin altın çağı’ tabirini kullanıyorlar. Neoliberalizm daha iyisini vaat ediyordu fakat 1980 sonrası 40 yıllık neoliberal dönem birçok açıdan hayal kırıklığı yarattı.
2008 Krizi ve Sonrası
Neoliberal paradigmanın ilk büyük krizi aslında 2008 finansal kriziydi. Kovid-19 krizinden önce dahi 2008 krizinin yaraları henüz tam anlamıyla kapatılamamıştı. Krizin üzerinden 10 yıldan fazla geçmesine rağmen özellikle gelişmiş ekonomilerdeki büyüme oranları hala düşük düzeylerde seyrediyor ve kırılganlık devam ediyordu. Politika çevrelerinde ve akademideki ana tartışma artık gerçek bir normalleşmenin mümkün olup olmadığıydı. Bu bağlamda, özellikle kredi maliyetini değiştirmenin ötesine geçemeyen merkez bankacılığı politikalarının ekonomik canlanmayı sağlamak için artık tek başına yeterli olup olmadığı tartışılmaya başlandı. Uzun zaman sonra ilk defa hükümetlerin daha doğrudan müdahalelerde bulunması gerektiği fikri, ana akım tartışmalarda öne
sürülüyordu. Ateşli bir tartışma sürerken aslında ekonomi politikası bir paradigma değişiminin eşiğine çoktan gelmişti.
Pandemiden hemen önceki süreçte Avrupa Birliği, ABD ve Japonya dahil olmak üzere büyük ekonomilerdeki merkez bankaları ekonomik büyümeyi artırmak için faiz oranlarını daha önce görülmemiş düzeylere düşürmüşlerdi. Aslında faiz oranları 2008 mali krizinden beri zaten çok düşüktü fakat 2019’daki bu yeni indirim dalgası ile birlikte faiz oranları artık tarihte daha önce görülmemiş düzeylere iniyordu. Ekonomistlerin bir zamanlar imkânsız olduğuna inandıkları negatif reel faiz oranları
görüldü. Yani bankalar enflasyon hesaba katıldığında artık borçlulara bir prim ödüyorlar. Bu daha önce büyük ekonomilerde bu kadar uzun süre hiç görülmemiş bir vakıa.
Elbette merkez bankaları istihdamı ve büyümeyi korumak ve finansal istikrarı sağlamak için faiz oranlarına müdahale etmek zorundalar. Bu görevlerini ekonomik büyüme yavaşladığında ve işsizlik artmaya başladığında faiz oranlarını düşürerek, ekonomi canlandığında ise tekrar yükselterek gerçekleştiriyorlar. Böylece tüketicileri ve yatırımcıları durgunluk dönemlerinde borç almaya ve harcama yapmaya teşvik etmiş, ekonomik canlılık dönemlerinde ise enflasyonu ve borç düzeylerini kontrol altına almış oluyorlar.
2008 krizi vurduğunda, merkez bankaları aslında tam da bu modeli izlediler. Büyümeyi ve yatırımları desteklemek için reel faiz oranlarını keskin bir şekilde düşürdüler. Faiz oranları daha önce hiç görülmemiş seviyelere düştü. Bu senaryoda plana uymayan ve gerçekten benzersiz olan ise merkez bankalarının uzun zaman bu politikaları tersine çevirememiş olmalarıydı. Ekonomik normalleşmeyle birlikte tekrar yükselmesi gereken faiz oranları, bunun yerine anormal derecede düşük kalmaya tahmin edilenden çok daha uzun süre devam etti.
Avrupa'da faiz oranları önce 2012'de sıfıra ulaştı, ardından 2014'te negatife döndü. 2019’da Avrupa Merkez Bankası faiz oranlarını sıfırın daha da altına, yüzde -0.5’e
indirdi. Avrupa Merkez Bankası eski Başkanı Mario Draghi, görevi devretmeden önceki son açıklamasında ekonomik büyümeyi canlandırmak için artık merkez bankasının alanının tükendiğini ve hükümetlerin daha fazla inisiyatif alması gerektiğini söylemişti. Yeni başkan Christine Lagarde da ilk mesajında Draghi’nin bu çağrısını tekrarladı. Bu aslında en üst makamdan geleneksel politikaların artık fayda vermediğinin ve daha proaktif devlet müdahalelerine ihtiyaç olduğunun bir ifadesiydi.
ABD'de Federal Rezerv aslında 2017 yılında faiz oranlarını artırmaya başlamıştı. Hatta ekonomik büyümedeki olumlu trendin devam etmesi halinde 2019 yılının sonlarına doğru faizin yüzde 3-3,5 aralığını yakalayabileceği açıklanmıştı. Ancak Mart 2019'a geldiğimizde Fed faiz oranlarını tekrar indireceğini açıkladı ve faiz oranları yüzde 2-2,5 aralığına geri döndü. Dolayısıyla bu parasal normalleşme denemesi de başarısız oldu. Krizden 10 yıl sonra Amerikan ekonomisinin hala normalleşmeyi başaramıyor olduğu gerçeği, Kovid-19’dan önce dahi geleneksel politika yapımında bir çıkmaz yola girildiği gerçeğini ve reform ihtiyacını gösteriyor.
Diğer büyük ekonomilerde de durum pek farklı değil. İngiltere'de faiz oranları krizden bu yana zaten tarihi düşük seviyelerde. Japonya zaten çok uzun zamandır bu durumda. Hatta bu nedenle diğer büyük ekonomilerdeki mevcut sürece dünya ekonomisinin 'Japonlaşması' da (Japonification) deniyor. Faiz oranlarının çok uzun süre çok düşük tutulması ve para arzının daha önce görülmemiş düzeylere ulaşması, borçluluğun da artamaya devam etmesi anlamına geliyor. Bu da ekonomiler için daha fazla risk
demek. Fakat Kovid-19 krizinden önce dahi bu para bolluğu ekonomik durgunluğa çare olamamıştı.
Yani aslında pandemi öncesinde dahi ekonomik durum bir politika tıkanıklığına ve reform ihtiyacına işaret ediyordu . Şimdi bu ihtiyaç perçinlenmiş görünüyor. Kovid-19 krizi neoliberalizm’in tabutuna son çiviyi çakarken, aslında ekonomik politika yapımında yeni bir dönemin taşlarını döşüyor. Kovid-19 krizine kadarki süreci ve yeni politika paradigmasına dair beklentileri yazı dizimizin ikinci bölümünde tartışacağız.
Metin Başbay’ın araştırmaları gelişen ülkelerde hükümet politikalarına ve özelde maliye politikalarına odaklanmaktadır. 2018’den bu yana TRT World Araştırma Merkezi’nde araştırmacı ve Londra Üniversitesi-SOAS’da öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Boğaziçi Üniversitesi'nden Ekonomi ve Sosyoloji alanlarında lisans derecesine, Cambridge Üniversitesi’nden ekonomi alanında yüksek lisans derecesine sahiptir. Maliye Politikaları ve Ekonomik Büyüme konulu doktorasını Cambridge Üniversitesi'nde tamamlamıştır.