×
KÜRESEL

ANALİZ

Batı'yı Sarsan Üç Mit

Rusya ve Çin'deki gelişmeler, Batılı politikacılar üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Bu politikacılar, büyük şirket lobileri ve düşünce kuruluşları tarafından, devletlerinin işlevselliğini kaybetmesi için on yıllardır yanlış yönlendiriliyor.
KENDİSİNE güveni olan elitler, sürdürülebilir rejimlerin bir yansımasıdır. Bugün, Atlantik'in her iki yakasındaki elitler, bir güven sorunu yaşıyor. Son bir yılda yaşanan gelişmeler, onları dumura uğratmış durumda.

ABD'de merkeziyetçiler, kitlelerin, Başkan Joe Biden'ın ekonomik başarılarının kıymetini bilmeyerek Donald Trump'a yönelmesi karşısında şaşkına dönmüş vaziyette. Avrupa'da ise Trumpçılığın, Emmanuel Macron ve Almanya'daki Yeşiller gibi liberal figürler pahasına çeşitli sahalarda büyük kazanımlar elde etmesi, benzer bir umutsuzluğa yol açtı.

Sert yaptırımların Rus ekonomisini çökertememesi ve Çin teknoloji şirketlerinin ağır yaptırımlar karşısında ayakta kalabilmesi, Batı'da nihilizm ve aşırı milliyetçiliği körüklüyor. Bir zamanlar hegemonyalarından şüphe duymayan merkeziyetçilerin uğradığı hayal kırıklığının ardında üç mit yatıyor.

İlki, tanımı gereği, siyasi merkezin aşırı sağın en büyük düşmanı olduğu düşüncesidir. İkincisi, seçim sonuçlarını belirleyen bir "ortalama seçmen" olduğu fikridir. Üçüncüsü ise yaptırım ve gümrük vergilerinin (Batı teknolojisi, sermayesi ve ödeme sistemlerine bağlı oldukları için) Çin ve Rusya'yı durduracağı inancı.

Bu üçü, hatalı olmanın da ötesinde; aynı zamanda yanıltıcı. Bunları çürütmek, mevcut durumu anlamak için yetersiz de olsa gerekli bir adım.

Merkez ile aşırı sağ arasında bir güç çatışması olduğu mitinden başlayarak şunu soralım: Marine Le Pen ve o zamanki adıyla Ulusal Cephe, kendisine güçlü bir rakip olmasaydı, Macron, sıfırdan gelerek Fransa’nın cumhurbaşkanı olabilir miydi? Şüphesiz hayır.

Peki, Macron, ultra zenginler lehine politikalar (vergi indirimleri, geniş çaplı para politikaları) izlemese ve nüfusun en az yarısını etkileyen kemer sıkma politikaları uygulamasaydı, Le Pen gibi biri, güçlü bir rakip hâline gelebilir miydi? Yine hayır.

Macron ve Le Pen’in (ABD'deki Demokratlar ve Trump gibi) birbirlerinden nefret ettikleri kesin olmakla birlikte, güçleri birbirine bağlı. Siyasi merkez, belirli bir azınlık için devlet "sosyalizmi" sunarken, geniş bir kesime kemer sıkma politikaları uyguluyor ki bu da neofaşist sağı besliyor. Bu durum ise merkezin kendini neofaşizme karşı tek koruyucu olduğu iddiasını güçlendiriyor.

Şimdi, ikinci miti düşünelim. Pandemi sonrası Batı ekonomilerinin güçlü bir şekilde toparlanmasını dikkate almayan ortalama seçmen kitlesinin nankörlüğünü... Macron'un siyasi çöküşünü şaşırtıcı bulan ya da ABD'lileri, Biden’ın onlara sunduğu mükemmel ekonomiyi takdir etmedikleri için suçlayan insanlar, sadece kişi başına düşen istatistikler ve makroekonomik veriler ile ilgilenenlerle aynı kişiler. Onlar için, GSYİH büyümesinde bir ondalık virgül veya işsizlik oranlarındaki bir yüzdelik düşüş, her şeyi değiştirmeli.

1992’de Bill Clinton’ın başkanlık kampanyasının sloganı: "Önce ekonomi, seni ahmak!" idi. Durum hâlâ öyle. Ancak bugün sorulması gereken soru şu: Kimin ekonomisi? GSYİH'nin büyüdüğü bir dönemde, halka, neden kızgın olduğunu sorduğunuzda şu yanıtı alıyorsunuz: "Sizin GSYİH’niz büyüyor olabilir ama benimki büyümüyor!" Enflasyonun dengelendiğini söylediğinizde ise şöyle karşılık veriyorlar: "Sizin için fiyatlar sabit kalmış olabilir ama benim ödediğim ücretler tavan yaptı!" Açıkça söylemek gerekirse, 2008 sonrası dünyada, makroekonomik veriler ne kadar parlak görünse de çoğunluğun yaşam standartlarının düşmesi şaşırtıcı değil.

Kendi halkları üzerindeki hegemonyalarını abartan Batı'nın merkeziyetçi elitleri, Rusya ve Çin başta olmak üzere dış düşmanlar üzerindeki güçlerini olduğundan daha fazla gördü. Her iki durumda da bu büyük gücün kullanımı, beklenenin tam tersi sonuçlar doğurdu.

Rusya örneğinde görüldüğü üzere, Ukrayna’nın işgaline karşılık olarak Batı'nın uyguladığı benzeri görülmemiş yaptırımlar, Vladimir Putin için büyük bir fırsat doğurdu. Putin için en zayıf nokta servetlerinin çoğunu Batı’da tutarak risklerini bir anlamda güvence altına alan oligarklar üzerinde sınırlı otoriteye sahip olmasıydı.

Fakat yaptırımlar, Putin’e bir fırsat sundu ve o da oligarkları, Rusya ile Batı arasında bir seçim yapmaya zorladı. Bu ültimatomla beraber Putin için ülkesindeki McDonald’s ve IKEA gibi Batılı şirketlerin terk ettiği kârlı işletmeleri devralma imkânı doğdu.

Ayrıca Rus ekonomisinin savaş sebebiyle Batı tedarik zincirlerinden kopması, yeniden sanayileşme adımlarının atılmasına da neden oldu. Bu çaba, ithal ara mallardaki kayda değer kaybı ve buna bağlı fiyat artışlarını da fazlasıyla telafi etti.

Çin ekonomisinin gösterdiği direnç, Washington’daki politikacılar için daha büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Zira onlar, Biden’ın Çinli şirketlere gelişmiş yarı iletkenlerin satışını yasaklayan CHIPS ve Bilim Yasası’nın, Çin’in büyük teknoloji firmalarını gerileteceğini ve ABD’nin II. Soğuk Savaş’ı kazanmasına yardımcı olacağını düşünüyordu.

Örneğin, Huawei, daha küçük mikroçiplerden daha fazla işlem gücü elde etmek için üstün bir yazılım kullanırken, diğer yerli çip üreticileri de yine Huawei ile birlikte, donanım tarafında arayı kapatmaya çalıştı.

Aynı zamanda düşük maliyetli ve teknolojisi gelişmiş elektrikli araçların ve yeşil enerji donanımlarının piyasaya sürülmesi, ABD ve Avrupa yetkililerini hazırlıksız yakaladı.

Batılı elitlerin güvenini zedeleyen belki de en büyük darbe, yaptırımları uygulamalarından hemen sonra geldi. Elitler, kendi halklarını ülke içi üretim ve imalatın yeniden canlandığına ikna etmeye çalışıyordu. İşte o zaman hem imalatta hem de devlet işleyişinde yerli yatırımlarının 30 yıllık eksikliğini gördüler. Evet, bu eksiklik, Batı’yı erksiz bırakmıştı.

ABD, İngiltere veya AB, nereye bakarsak bakalım, İngiltere'nin demir yolları ve ABD'nin nükleer denizaltı programından yeşil enerji, kamu sağlığı ve daha birçok alana kadar, devletlerin bir zamanlar bir şeyler inşa etmek için sahip olduğu uzmanlıktan artık yoksun olduğunu görüyoruz.

Rusya ve Çin'deki gelişmelerin Batı'daki duruma kıyasla oluşturduğu tezat, Batılı politikacılar üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Bu politikacılar, büyük şirket lobileri ve düşünce kuruluşları tarafından, devletlerinin işlevselliğini kaybetmesi için on yıllardır yanlış yönlendiriliyor. Bu acı farkındalık, onları uzun süredir kör eden üç miti (yanılgıyı) bir kenara bırakmaya ikna eder mi, zaman gösterecek.


Bu yazı, Project Syndicate’te “Three Myths Haunting the West” başlığıyla yayınlanmıştır. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.

YANIS VAROUFAKIS

Atina Üniversitesi'nde ekonomi profesörü, Yunanistan eski Maliye Bakanı ve MeRA25 Partisi'nin lideri.