ANALİZ
Gazze'deki Soykırım: Batılı Küresel Düzenin İflası
Gazze’de yaşananlar, insanlığı, adaleti, özgürlükleri ve aklı yücelttiğini iddia eden bir küresel düzeninin trajik bir çöküşüne de işaret ediyor.
DÜNYANIN ŞU ANKİ durumu, tarihin trajik bir tekerrürüne işaret ediyor. Aynı zamanda "delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir" sözünü hatırlatıyor.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, 1919'da kazanan devletler (İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya) Versay Antlaşması'nın imzalandığı ve Milletler Cemiyeti'nin kurulduğu Paris Barış Konferansı'nda bir araya gelerek uluslararası ilişkilerde yeni bir dönemi başlatmıştı.
Cemiyet'in 26 maddelik sözleşmesinde belirtildiği üzere temel hedef, barışı teşvik etmek, küresel çatışmaların tekrarlanmasını önlemek ve müzakere - diplomasi yoluyla kolektif güvenliği sağlamaktı.
Milletler Cemiyeti, başlangıçta dört galip ülkenin temsilcilerinden oluşan bir yürütme konseyi aracılığıyla faaliyet gösteriyordu: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya. Savaşta mağlup olan Almanya 1926 yılında daimi üye olarak katılmış, ancak 1933 yılında Japonya ile birlikte üyelikten çekilmişti.
Milletler Cemiyeti temel hedeflerine ulaşma konusunda ciddi bir başarısızlığa uğradı ve nihayetinde 20 Nisan 1946'da kendi sonunu ilan etti. Uluslararası sorunları çözmede ya da uluslar üzerindeki otoritesini uygulamada yetersiz kalmıştı. Nitekim 1931 yılında Japonya'nın Çin'in Mançurya bölgesini işgal etmesini ya da 1935 yılında İtalya'nın Etiyopya'ya saldırmasını engelleyemedi. En önemlisi de İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesini önleyemedi. Artan ve çatışan sömürgeci çıkarları kontrol altına alamayacak kadar zayıftı.
Başka bir dünya savaşının galipleri 25-26 Haziran 1945'te bu kez San Francisco'da başka bir toplantı düzenledi. Burada, neredeyse yarısı Sovyetler Birliği'nde olmak üzere 40 milyon sivilin ve 20 milyon askeri personelin hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı'nın tekrarlanmasını önlemek amacıyla bir kez daha ortak çıkarlarını açıkladılar, bunları pratik ve kurumsal terimlerle ortaya koyarak yüce değerler haline getirdiler.
Amaçları uluslararası barış ve güvenliği sağlamak ve uluslar arasında işbirliğini teşvik etmekti. Delegeler, savaş sonrası dünyayı yönetmeye yarayacak yeni kuralları belirleyen Birleşmiş Milletler Antlaşmasını kabul ettiler.
İşin ironik yanı, San Francisco'da yeni dünya düzenini şekillendirirken özgürlük ve insanlığı savunan aynı "medeni" galiplerin, o sırada dünyanın yarısını işgal ediyor, Cezayir, Hindistan, Vietnam, Filistin ve daha pek çok yeri kasıp kavuruyor olmalarıydı. Sözleşmeyi başlangıcından itibaren yeni sömürgeciliğin bir aracı haline getirdiler, kendi çıkarlarını aşırı bir küstahlıkla korudular ve savundular.
Diğer uluslardan kendi istekleri doğrultusunda antlaşmaya saygı göstermelerini talep ettiler. Antlaşmayı kendi çıkarlarını, varlıklarını, egemenliklerini ve haklarını savunan halkların, kurtuluş hareketlerinin ve devletlerin davranışlarını tartmak için dayattıkları bir kıstas haline getirdiler.
Akabinde, büyük güçler daha küçük ulusları ya da halk hareketlerini istedikleri gibi haydut varlıklar, barış ve güvenliğe yönelik tehditler ya da bu değerlerin savunucuları olarak yaftalayacaklardı. Sonra da bu ülkeleri ya askeri ve "insani" müdahaleler ve ekonomik yaptırımlarla cehenneme gönderdiler ya da "istikrar" ve "uluslararası işbirliği" yoluyla cennete.
Gazze Şeridi'nde ve Filistin topraklarının geri kalanında devam eden soykırım bu mevcut eksiklikleri gözler önüne seriyor. Bu makalenin yazıldığı sırada Gazze Şeridi'nde İsrail işgal güçleri tarafından öldürülen Filistinlilerin sayısı, yarısından fazlası çocuk ve kadın olmak üzere 38.000'i aşmış durumda. Yaralananların sayısı ise 80.000'den fazla.
Aileler İsrail bombalarıyla yok edildi. Gazze Şeridi'ndeki mahallelerin ve evlerin yaklaşık yüzde 80'i yıkıldı ve Gazze Şeridi'ndeki her 10 kişiden dokuzu birden fazla kez evlerinden oldu. Öyle bir noktaya geldik ki, zaman çocukların cesetleriyle ölçülüyor.
Tıp dünyasının prestijli dergisi The Lancet tarafından yayınlanan bir makalede Gazze'deki gerçek ölü sayısının 186.000'e ulaşmış olabileceği tahmin ediliyor. Bunlar, İsrail işgal güçlerinin ayrım gözetmeksizin düzenlediği saldırılar ve bombardımanlar nedeniyle doğrudan ölümler ya da açlık, ilaç tedarikinin engellenmesi, tıbbi tesislerin, kanalizasyon tesislerinin ve içme suyu istasyonlarının tahrip edilmesi ve hastalıkların yayılacağı ortamların yaratılması yoluyla dolaylı olarak gerçekleşen ölümler. Bu sayı Şerit'in nüfusunun yüzde 8'ini oluşturuyor. Bu da 27.000.000 Amerikalı, 5.400.000 İngiliz ya da 6.600.000 Almanın ölümüne eşit.
Bu kitlesel ölümler, İkinci Dünya Savaşı'nın galipleri olan ve bir daha asla soykırım ya da savaş yapmayacaklarına söz veren, BM Güvenlik Konseyi'ne hakim olan "medeni" dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor.
Kafamızı kuma gömmekten vazgeçmek ve olayları olduğu gibi anlatmak zorundayız. En iyi ihtimalle bu, İsrail'e öldürme ruhsatı veren korkunç bir sessizlik komplosu; en kötü ihtimalle de işgalci devlet tarafından sivilleri yok etmek için kullanılan silahların sürekli tedariki yoluyla faal bir iştirak ve suç ortaklığı anlamına geliyor.
Tüm bunlar "İsrail'in kendini savunma hakkı" gerekçesi ile yapılıyor. Oysa bu, hakikatin suikasta uğramasından başka bir şey değil. Filozof Ahmed Barqawi'nin dediği gibi, hakikate suikast düzenleyenler onun hakikat olduğunu bilirler ama inkar ederler, çarpıtırlar ya da çelişkili, var olmayan bir "hakikat" uydururlar. Hakikate yönelik bu suikastın en tehlikeli yanı, Filistin'de işlenen soykırım ve diğer tüm suçları mümkün kılması.
Ruanda, Bosna ve Avrupa'daki Yahudilere karşı yapılanlar da dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki soykırımlarda beyaz üstünlüğünün oynadığı rol göz önüne alındığında, Batı'nın soykırımı mümkün kılması şaşırtıcı görünmüyor. Bu beyaz üstünlüğü duygusu Kore, Vietnam, Irak, Afganistan, Lübnan, Panama, Küba ve başka yerlerde en korkunç uluslararası hukuk ihlallerinin ve en iğrenç savaş suçlarının işlenmesine sebep oldu.
Filistin'de de beyaz üstünlükçülüğü başı çekiyor. Batı dünyasında pek çok kişi, dünyayı sözde medeniyet ve rasyonalite üreten "üstün" Yahudi-Hıristiyan kültürü ile sözde terörizm, yıkım ve geri kalmışlık üreten "aşağı" Doğu-İslam kültürü arasında bölünmüş gören İngiliz-Amerikan tarihçi Bernard Lewis'in yazılarını takip ediyor.
Bu sahte ikilik, İslam dünyasının ve Doğu'nun insanlarını tüm insani özelliklerinden soyutlayarak (yaşlısı ve genciyle, kadını ve erkeğiyle) "insan fazlası" ve "insan yükü"ne indirgiyor. Bu bakış açısı, Filistin halkına karşı işlenmekte olan suçlarda Batılı ülkelerin sergilediği acımasız ve işbirlikçi tutumu açıklıyor.
Gazze'de yaşananlar, beyazların üstünlüğünü ifşa etmenin ötesinde, insanlığı, adaleti ve aklı yücelttiğini iddia eden bir medeniyetin çöküşüne de işaret ediyor. Adalet ve hesap verebilirlik kurallarının uygulanmaması sadece Batı'nın çifte standardını ve ikiyüzlülüğünü değil, aynı zamanda Filistin'de ve dünyanın geri kalanında kan dökülmesini, soykırımı, adaletsizliği ve sömürüyü durduramadığı için İkinci Dünya Savaşı galipleri tarafından kurulan düzenin çöküşünü de gözler önüne seriyor.
Aslında, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ve dar ulusal çıkarlar, karar alma mekanizmalarının tekelleştirilmesi ve küçük ulusların boyunduruk altına alınmasıyla işleyen düzen ne güvenliği ne de barışı tesis edebildi. Aksine, savaşların, suçların, kıtlığın, yoksulluğun ve ırkçılığın insanlık tarihinde görülmemiş ölçüde yayılmasına katkıda bulunarak dünyayı, ardında büyük bir yıkım ve ölüm bırakabilecek küresel bir savaşın eşiğine getirdi.
Çökmekte olan bu sistem, farklılıklarla dolu ve değişim halindeki dünyayı; savaşları, işgalleri ve sömürüyü reddeden, insan onuruna, insan haklarına ve adalete saygı duyan, barış ve uluslararası işbirliğini tesis eden hakkaniyetli ilişkilerle yönetilen daha adil, daha dengeli ve daha makul bir düzen için çaba göstermekten alıkoydu.
Bu durum bizi tehlikeli bir yol ayrımına getirdi: Ya herkes için adalet arayacağız ya da orman kanununa boyun eğeceğiz; ya eşitlik, egemenliğe saygı ve kendi kaderini tayin hakkına dayalı bir işbirliği kuracağız ya da ırksal ve kültürel üstünlüğe, adaletsizliğe ve sömürüye boyun eğeceğiz.
Milletler Cemiyeti nasıl başarısız olduysa, Birleşmiş Milletler de başarısız olmaya aday. Mevcut durum, küresel sistemde herkesi kapsayan, uluslara eşit muamele eden, küresel barışı koruyan ve uluslararası işbirliğini geliştiren daha adil bir değişiklik yapılmasını zorunlu kılıyor. Bu sistem, bizi iyi ve kötü kültürler olarak ayırıp sahte varoluşsal çatışmaları teşvik etmek yerine, insan yaşamını ve varlığını zenginleştiren farklı kültürleri birleştirmeye çalışmalı.
Bu yazı, Aljazeera’da “Genocide in Gaza and the decline of a flawed world order” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.