ANALİZ
Ekonomik Milliyetçiliği Doğru Şekilde Uygulamak
Ekonomik milliyetçilik birbiriyle çelişen iki dürtü arasında bocalamaktadır: 1) Ulusal bağımsızlığı ilerletmek için diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri kısıtlama eğilimi 2) Ulusal ekonomik büyüme için uluslararası bağlantıları genişletme arzusu.
DÜNYA, ABD'nin öncülüğünde, serbest ticaret ve çok taraflılık yerine ülkelerin kendi sosyal, ekonomik ve çevresel gündemlerine öncelik verdiği yeni bir ekonomik milliyetçilik çağına giriyor. Başkan Joe Biden'ın yaklaşımı (Donald Trump'a kıyasla daha ölçülü ve uluslararası iş birliğine açık olsa da) 1930'lar tarzı korumacılığa ve otarşiye dönüşün yankılarını gören ekonomik liberaller arasında endişe uyandırıyor.
Ancak "ekonomik milliyetçilik", ekonomik liberallerin, hoşlarına gitmeyen uygulamaları itibarsızlaştırmak için kullandıkları korkutucu terimlerden biri. Bu, ideolojik olarak yüklü tüm etiketlerde olduğu gibi, ortaya çıkardığından daha fazlasını gizliyor. Ne de olsa ekonomik milliyetçilik, kimi zararlı kimi faydalı olmak üzere pek çok farklı biçimde karşımıza çıkmakta. Dahası, Alexander Hamilton ve Friedrich List gibi ekonomik milliyetçiliğin önde gelen teorisyenlerinden bazıları siyasi liberallerdi.
Nasıl ekonomik milliyetçilik aşırıya kaçtığında problem oluşturabiliyorsa ekonomik liberalizm de öyledir. Bu politika, ekonomik güç elde etmek ve ulusal amaç duygusunu pekiştirmek gibi meşru iç hedefler doğrultusunda mantıklı bir şekilde uygulandığında, diğer ülkelere zarar vermeden fayda sağlayabilir.
Ekonomik milliyetçilik, ekonomiyi, tıpkı siyasi milliyetçiliğin siyasette yaptığı gibi, öncelikle ulus açısından çevreler. Ekonomi, tıpkı ulus-devletin ulusal çıkarı gözetmesi gibi, öncelikle ulusa hizmet etmek için vardır.
"Ulusa hizmet" veya "ulusal çıkar"ın ne anlama geldiği tanımlanana kadar her iki formülasyonun da fazla bir içeriğe sahip olmadığı bilinmeli. Ulusal ekonomiye odaklanmak tamamen olumlu bir gelişme olabileceği gibi, uluslararası ticaret ve finans ile de uyumlu olabilir. Geleneksel ekonomi teorisine göre, serbest ticareti benimsemek bir ülkenin kendi çıkarınadır. Otarşi peşinde koşan bir hükümet uzmanlaşmanın faydalarından vazgeçecek, öncü teknolojileri kaçıracak ve yabancı sermayeye erişimini kaybedecektir.
Ekonomi tarihçisi Marvin Suesse'nin de belirttiği gibi, ekonomik milliyetçilik bu nedenle birbiriyle çelişen iki dürtü arasında bocalamaktadır: 1) ulusal bağımsızlığı ilerletmek için diğer ülkelerle ekonomik alışverişi kısıtlama eğilimi ve 2) ulusal ekonomik büyüme ve kalkınmanın hizmetinde uluslararası bağlantıları genişletme ve bunlardan yararlanma arzusu.
Son zamanlarda hiç kimse bu dürtüleri bir araya getirme konusunda Doğu Asya'nın "kalkınmacı" devletleri ile kıyaslanamaz. Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Çin, hem küresel ekonomik entegrasyonu teşvik eden hem de kilit endüstrileri koruyan politikaların karışımına odaklanmışlardır. Her biri kendi ekonomik geleceğini, yeni ekonomik yetkinlik alanları geliştirmesine yardımcı olan çeşitli sanayi politikalarıyla (kredi, teşvikler, tarife içi ve tarife dışı engeller ve yabancı yatırımcılar için yerel içerik ve diğer gereklilikler yoluyla) şekillendirmiştir.
Bunlar sadece ekonomik programlar değildi. Aynı zamanda Batı'ya yetişmeyi amaçlayan ulusal yenilenme projeleriydi. New South Wales Üniversitesi'nden siyaset bilimci Elizabeth Thurbon ve diğer ortak yazarların belirttiği gibi, kalkınmacı zihniyete sahip politikacılar "yerel üretim kapasitesini, teknolojik özerkliği ve ihracat rekabetçiliğini, iç siyasi meşruiyetin, ulusal güvenliğin, uluslararası statünün/prestijin temel dayanakları olarak görmektedirler. Bununla birlikte, bu hedefleri stratejik müdahaleler yoluyla ilerletmek için devlete merkezi bir rol vermektedirler."
Hiç kimse Doğu Asya’daki bu ülkelerin başarısını inkar edemez. Hızlı ekonomik büyümeleri, yüz milyonlarca insanı yoksulluktan kurtardı ve bazılarını iki nesilden daha kısa bir sürede gelişmiş ekonomiler statüsüne yükseltti. Çin sadece ekonomik bir güç merkezi değil, aynı zamanda Batı'nın başlıca jeopolitik rakibi haline geldi.
Her ülkenin dramatik yükselişi, yeterince açık olmadıkları ve yeterli pazar erişimi sağlamadıkları suçlamalarıyla karşılaştı. Çelik, otomobil, güneş pilleri vb. için verilen yaygın devlet destekleri çoğu zaman yabancı firmaların rekabetçi konumlarını zayıflattı ve yabancı hükümetlerin öfkesini üzerine çekti. Yine de Doğu Asya'nın ekonomik milliyetçiliği dünyanın geri kalanı için bir nimet oldu. Engeller olsa bile, ticaret ortakları için yarattığı pazarlar, herhangi bir alternatif ekonomik stratejinin üretebileceğinden çok daha büyüktü. Dahası, teşvikler -ekonomik liberallerin mantığına göre- diğer ülkeler için bir hediyeydi, çünkü tüketicileri için fiyatları düşürüyordu.
Elbette Çin'in ihracatını hızla arttırması gelişmiş ekonomiler için bazı önemli zorluklar oluşturmuştu. "Çin şoku", Çin ithalatının rekabetine en çok maruz kalan bölgelerde uzun vadeli iş kayıplarına yol açtı. Böylece hem ABD hem de Batı Avrupa'da otoriter, sağcı popülistlere yönelik siyasi desteği artırdı. Ancak suçlanması gereken biri varsa, o da Çin ile ticareti uygun bir şekilde yönetemeyen Batılı hükümetlerdi. Çin son derece güçlü bir ihracat performansı yakalarken, bu hükümetler ekonomik liberalizme aşırı bir inançla sarıldılar.
Elbette ekonomik milliyetçilik her yerde iyi sonuç vermedi. Çok sayıda hükümet gereksiz politikalar benimsemiş, verimsiz firmaları çok uzun süre desteklemiş ve ekonomilerini gelişigüzel dışarıya kapatmıştı. Bu hükümetlerin aldıkları kararların bedelini öncelikle kendi halkları ödedi. Yanlış giden ekonomik milliyetçilikte suç başkasında değil, hükümetin kendisindedir.
Doğu Asya kalkınmacılığı günümüz dünyası için önemli bir örnek teşkil etmekte. ABD'de ekonomik milliyetçilik güçlü ve kapsayıcı bir iç ekonomi oluşturmaya odaklanırsa, ekonomik liberalizmin bazı ilkelerini ihlal etse bile çok işe yarayacaktır. Böyle bir strateji, ABD tarihindeki eski bir kalkınmacılık geleneğini canlandırabilir. Diğer ülkeler de nihayetinde, daha sağlıklı bir ABD ekonomisinden ve daha uyumlu bir toplumdan faydalanacaktır ve bu konuda şikayet edecek pek bir şeyleri olmamalıdır.
Suesse'nin gösterdiği gibi, ekonomik milliyetçilik tipik olarak diğer ülkeler tarafından geride bırakılmaya verilen bir tepkidir. Burada ABD'nin mevcut deneyimi biraz farklıdır. Diğerleri -özellikle Çin- arayı kapatıyor olsa da ABD, teknolojik ve askeri açıdan dünyanın en güçlü ülkesi olmaya devam etmektedir.
O halde risk, Amerikan ekonomik milliyetçiliğinin daha iyi bir toplum inşa etmenin ve kendi evinde bir amaç bulmanın ötesine geçmesidir. Eğer ABD bir kabadayı gibi davranır, kendi politika tercihlerini başkalarına dayatır ve rakiplerinin teknolojik gelişimini baltalamaya çalışırsa, dünyanın geri kalanına oldukça zarar verirken kendisi için çok az fayda sağlayacaktır.
Bu yazı, Project Syndicate’de “Doing Economic Nationalism the Right Way” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.