×
EKONOMİ

ANALİZ

Ekonomik Büyümeden Sonra: Toplumsal Refah mı İktidarın Gücü mü?

Ülkelerin ekonomik pastayı büyütme çabaları, toplumsal refahı artırmak gibi sofistike bir amacın yanında -belki de ötesinde- uluslararası siyaset arenasında güçlü olabilme, dolayısıyla iktidarı güçlendirme arayışlarını ifade eder.
BUGÜN ULUSAL ekonomiler için Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) makroekonomik göstergelerin en önemlileri arasında yer alıyor. Ülke ekonomileri için şöhretli bir tarafı olan bu gösterge, bir ülkenin bir dönemde üretmiş olduğu mal ve hizmet miktarının nominal veya reel olarak hesaplanması anlamına geliyor. GSYH hesaplamaları, ülkelerin ana faaliyet kollarındaki gelişmelerini izlemek, ekonomi politikalarına yol göstermek ve ülkeler arasındaki gelişimi karşılaştırmak gibi temel amaçlara hizmet sunuyor. Bunların yanında bir diğer önemli amaç da toplam üretim miktarındaki değişimi izlemek. Büyüme oranı olarak ifade edilen bu olgu tam olarak bir ülkenin ilgili dönemdeki toplam üretim miktarındaki yüzdelik değişimin ölçüsünü ifade eder.

Makroekonomik unsurlar

Esas olarak ülkeler için, daha fazla üretim yapmanın amacı daha fazla istihdam üretmek ve daha fazla gelir elde etmek. Bu açıdan özellikle genç nüfusa sahip ülkeler için yüksek büyüme oranlarını yakalamak bir tercih değil önemli bir zorunluluk. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin de gelişmiş ülkelerden daha fazla büyüme çabası, toplumsal refahı artırma gayesiyle gelişmiş ülkelere “yakınsama” amacının bir diğer boyutunu teşkil eder. 

Tüketim, yatırım, kamu harcamaları ve net ihracattaki artış ile mümkün olabilecek büyümenin kompozisyonu da önem arz eder. Sanayi üretim rakamlarındaki iyileşmenin tüketimin sağladığı büyümeden daha avantajlı olduğu temel bir gerçek. Burada ekonomi politikasının tasarımı, varılmak istenen hedef açısından belirleyicidir. Katma değeri yüksek ürün üretimi stratejisi sağlıklı ve yapısal bir büyüme için kritik önemdedir.

Büyümenin makroekonomik önemi yukarda özetlenmiş olsa da büyümenin nasıl paylaşıldığı da makroekonominin alanına girer. Esas itibariyle kişi başına düşen gelir düzeyi ölçümleri, herkesin yıllık bazda o kadar gelir elde ettiği anlamına gelmez. Yine bu verideki düzelme, hane halkının gelir düzeyinde iyileşme göstergesi olarak değerlendirilemez. Bunun için sağlıklı bir analiz yapmanın yolu, gelir yöntemiyle hesaplanan gayrisafi yurt içi hasılada emeğin payının mı (ücret gelirleri) yoksa işletme artığının mı (sermayenin payı) fazla olduğuna ve bu parametrelerin zaman içindeki değişimine bakmaktan geçiyor.

Sermaye lehine yaşanacak iyileşme ancak emeğin fiyatı olan ücret gelirleri aleyhine bir gelişmeyle mümkün olabilir. Bunun sistematik bir hal aldığı ülkelerde Marks'ın deyimiyle zenginleşmenin kaynağı “artık değer” olur. Gelir dağılımı adaletinin bütünüyle kaybolduğu bu aşama, sosyolojik orta sınıfın tasfiyesi anlamına da gelir. Bir taraftan lüks tüketim ürünlerinde çok büyük artışlar yaşanırken, diğer taraftan uzayan ucuz ekmek kuyrukları baş gösterir.

İktidarın paylaşımı

Ekonominin yoğun ilişki içerisinde olduğu iki disiplinin veya alanın siyaset bilimi ve sosyoloji diğer bir ifadeyle politika ve toplum olduğu ileri sürülebilir. Siyasetin finansmanı ile iktidarın toplum içinde nasıl pay edildiği meselesi, uzun tartışma başlıkları olsa da iktisadi büyüme konusu tümünün kesişim kümesini ifade eder.

Esasında siyasi iktidarların birinci önceliği yeniden seçilebilmek, iktidarlarını sürdürebilmek. Bu da ancak mevcut iktidarın, topluma o iktidar dönemi içinde refahının arttığını hissettirmesiyle mümkün. Bunun için de ekonomik katma değer üretiminin çoğalması gerekir. Burada toplum kesimlerinin bu zenginleşme sürecinden pay alamaması, sosyal yardım harcamalarındaki olağan üstü artışlarla perdelenir.

Siyaset ekonomi ilişkisinde toplumu memnun eden boyutlardan birini de istihdam oluşturuyor. İşsizlerin iş bulabildiği, yeni mezunların istihdam piyasasına hızla dahil olabildiği bir ekonomik konjonktür, toplum nezdinde ancak muteber ve başarılı bir iktidar döneminde mümkün olabilir. Bu olgunun ikinci boyutu mülk edinimi olarak kendini gösterir. Özellikle orta gelir grubu için refah artışı daha iyi bir ev, daha iyi bir arabayla gerçekleşebilecek kadar erişilebilirdir. Bunun için hükümetler, bu sürecin enflasyonist etkisini görmezden gelerek, kredileri ucuzlatma işlevini vazife edinirler. Harcama akımlarıyla beslenen büyüme oranları, enflasyonun büyümenin de en büyük düşmanı olduğu gerçeğiyle yüzleşilene kadar siyasi söylem argümanı olmaya devam eder. Orta gelirin nispeten istifade edebildiği bu süreç sonunda ortaya çıkan enflasyon faturası ücretli kesimin üzerinde kalıverir. “Fedakarlık oranı” olarak kavramsallaştıran bu olgu en büyük fedakarlığın ücretliler tarafından yüklenilmesine neden olur.

Öte yandan, iktidarın doğurduğu zengin grubunun, sayesinde zenginleştiği siyasetin finansmanını sağlamak gibi bir ödevi / borcu bulunuyor. Birlikte çıkılan bu yolculuğun birlikte devam etmesi, taraflar arasındaki fayda ilişkisinin devam etmesine ve taraflar arasında bu ilişkiyi sürdürme hedefinin zımni kabulüne dayanır. Kamu ihalesi alma başarısı yüksek olan şirketlerin kamu yararına eserler ortaya koyması basit bir tesadüften öte anlamlar taşır. Toplum nezdinde hükümeti başarılı / sorumlu gösterecek her türlü zeminin inşasında bu ilişkinin tezahürleri görülebilir.

Uluslararası ekonomi politik

Rekabetin ekonominin dümeninde olduğu bir çağda ekonomi sadece “ekonomi üretmenin” çok ötesinde bir anlam taşır. Konvansiyonel savaşların görece azaldığı bu çağın yumuşak güç (soft power) unsurlarından biri belki de en önemlisi ekonomi. Bunun askeri, siyasi, teknolojik boyutlara uzanan bir etki gücüne sahip olduğu bilinen bir gerçek. Amerika Birleşik Devletleri’ni dünyanın en güçlü ülkesi haline getiren ordu gücünden daha öncelikli olarak 25 trilyon dolarlık bir ekonomiye sahip olması. Dünya ekonomisinin 2022 yılında üretmiş olduğu ekonomik değerin yaklaşık 100 trilyon dolar olduğu göz önüne alındığında bu etki gücünün izahı daha anlaşılır bir nitelik kazanıyor. 

Çin’i uluslararası siyasetin önemli aktörlerinden biri haline getiren unsur yine sahip olduğu 18 trilyon dolarlık üretim gücü. Bu nedenle ülkelerin ekonomik pastayı büyütme çabaları, toplumsal refahı artırmak gibi sofistike bir amacın yanında -belki de ötesinde- uluslararası siyaset arenasında güçlü olabilme arayışlarını ifade ediyor.

Ukrayna ve Rusya savaşında her iki ülke yanında hizalanan veya bir denge tutturmaya çalışan tüm aktörlerin motivasyonu ekonomilerinin zarar görmemesi değil midir? Tüm dünyanın gözü önünde bir toplumu yok eden İsrail’e sözde süper güçlerin destek yarışına girmesi aynı motivasyonun bir türevi değil midir? Petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarının arz gücünü elinde bulunduran ülkeler üretim miktarlarını ve fiyatlarını belirleyerek aynı gücü kullanmaya başvurmuş olmazlar mı? Ülkelerin ihracat ve ithalatları üzerine konulan kısıtlar ve engeller aynı amacın başka bir örneğini sergilemez mi? Ekonomik yaptırım uygulamaları, zemini ekonomi olan düşük tansiyonlu bir savaş değil midir?

Bütün bunlar üzerinden ekonomi üretmenin veya ekonomiyi büyütmenin çok fazla boyutunun olduğunu ifade etmek mümkün. Ekonomik zenginleşme, toplumun her ferdinin hayat kalitesinin aynı oranda iyileşmesini sağlayamaz belki ama; günün sonunda bir ulusun bütünü açısından inkâr edilemez ulusal güç alanları inşa eder. Bu unsurun, bireylerin refahları azalmasına, hayat standartları aşınmasına rağmen ulusal çıkarları göz önünde bulunduran seçmen davranışları sergilemesini açıkladığı değerlendirilebilir. Her ne kadar bu yargı, milletlerin devletler için olduğu paradoksunu içeriyor olsa da…

AHMET EKREM KAYA

1987 yılında Ankara’da doğdu. Lisan ve yüksek lisans eğitimlerini Marmara Üniversitesi İktisat bölümünde tamamladı. Doktora çalışmasını uzun süre araştırma görevlisi olarak bulunduğu Gebze Teknik Üniversitesi’nde tamamladı. Makro iktisat ve parasal iktisat konularıyla ilgilenen Kaya, halen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finans bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.