×
EKONOMİ

ANALİZ

Serbest Ticaret: Özgürlük mü Getirir Yoksa Otoriterlik mi?

Acaba serbest ticaret barış, özgürlük ve ekonomik fırsat mı getiriyor, yoksa çatışma, baskı ve eşitsizliği mi besliyor? Bu, ticaretin kimi güçlendirdiğine bağlı. Ticareti olumlu bir güce dönüştürmek için onu demokratikleştirmek gerekiyor.
SERBEST TİCARET bir zamanlar ilerici reformcuların davasıydı. Bu reformcular sıradan insanlar adına, kurulu düzene karşı mücadele etmek istiyorlardı, şimdi ise hem sağcı milliyetçilerin hem de ana akım solun korkulu rüyası haline geldi. Yaklaşımların neden bu kadar radikal bir şekilde değiştiğini anlamak için paranın izini sürmek gerek.

Ekonomik literatürde "serbest ticaret" kadar ideoloji yüklü pek az terim bulunuyor. Bugünlerde serbest ticareti savunduğunuzda plütokratların, finansörlerin ve başıboş şirketlerin savunucusu olarak görülmeniz muhtemel. Açık ekonomik sınırları savunduğunuzda ise saf ya da daha kötüsü, insan haklarını ya da sıradan işçilerin kaderini çok az önemseyen Çin Komünist Partisi'nin yardakçısı olarak etiketlenme ihtimaliniz çok yüksek.

Tıpkı bir karikatür gibi, serbest ticaret karşıtı duruşun da gerçek bir tarafı var. Artan ticaret, son yıllarda Amerika Birleşik Devletleri ve diğer gelişmiş ekonomilerde eşitsizliğin artmasına ve orta sınıfın erimesine neden oldu. Serbest ticaretin adı kötüye çıktı, çünkü küreselleşme taraftarları olumsuzlukları görmezden geldiler ya da bu konuda hiçbir şey yapılamazmış gibi davrandılar. Buradaki kör nokta Donald Trump gibi demagoglara serbest ticareti silah olarak kullanma ve ırksal- etnik azınlıkları, göçmenleri ve ekonomik rakiplerini şeytanlaştırma gücü verdi.

Serbest ticarete antipati duyanlar sadece sağcı popülistler değil. Radikal solcular, iklim aktivistleri, gıda güvenliği savunucuları, insan hakları kampanyacıları, işçi sendikaları, tüketici savunucuları ve şirket karşıtı gruplar da ticarete karşı. ABD Başkanı Joe Biden da serbest ticaretle arasına belirgin bir mesafe koydu. Biden, güvenli, yeşil, adil ve dirençli bir ABD ekonomisi inşa etmenin hiper-küreselleşmeden daha öncelikli olması gerektiğine inanıyor. Görünüşe göre tüm ilerici gruplar, sosyal adaleti nasıl anlarlarsa anlasınlar, serbest ticaretin sosyal adaletin önünde durduğuna inanıyor. Serbest ticaret, 19. yüzyılda despotizmi yenmek, savaşları sona erdirmek ve zenginlikteki ezici eşitsizlikleri azaltmak için araç olarak görülen bir olguydu ve siyasi reformcuları bir araya getiren bir çığlık niteliğindeydi. Exeter Üniversitesi'nden tarihçi Marc-William Palen'ın Pax Economica: Left-Wing Visions of a Free Trade World adlı kitabında hatırlattığı gibi, dönemin ekonomik kozmopolitizmi anti-militarizm, kölelik karşıtlığı ve anti-emperyalizm gibi ilerici kavramları içeriyordu.

Serbest ticareti destekleyenler sadece siyasi liberaller değildi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD'li popülistler altın standardı meselesine şiddetle karşı çıktılar, aynı zamanda büyük şirketlere fayda sağladığını ve sıradan insanlara zarar verdiğini düşündükleri ithalat tarifelerine de karşıydılar. Tarifelerin yerine daha adil bir artan oranlı gelir vergisi konulması için bastırdılar. Ardından, yirminci yüzyılın başlarında birçok sosyalist, uluslarüstü düzenlemelerle desteklenen serbest ticareti militarizmin, servet uçurumlarının ve tekellerin panzehiri olarak gördü.

Bu çelişkili görüşler adeta bir muamma oluşturuyor. Acaba serbest ticaret barış, özgürlük ve ekonomik fırsat mı getiriyor, yoksa çatışma, baskı ve eşitsizliği mi besliyor? Aslında bu ikilem gözlerimizin önünde vuku buluyor. Her iki sonuç da -ya da ikisinin arasında bir şey- ticaretin kimi güçlendirdiğine bağlı.

On dokuzuncu yüzyıl liberalleri ve reformcuları serbest tüccarlardı çünkü onlara göre korumacı politikaların hizmet ettiği kesim toprak sahibi aristokratlar, ticari tekeller ve savaş çığırtkanları gibi gerici çıkar gruplarıydı. Ekonomik milliyetçiliğin emperyalizm ve saldırganlıkla el ele gittiğine inanıyorlardı. Palen, ekonomist Joseph Schumpeter'ın yazdığı 1919 tarihli bir makaleyi naklediyor. Makalede emperyalizm "atavistik militarizm ve korumacılığın tekelci bir semptomu, sadece demokratik serbest ticaret güçlerinin tedavi edebileceği bir hastalık" olarak tasvir ediliyor.

Serbest ticaretin dalgalı tarihi

İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ticaret sistemini şekillendiren de bu bakış açısıydı. Uluslararası Ticaret Örgütü'nün Amerikalı mimarları serbest ticaret yoluyla dünya barışının peşinde olduklarına inanıyor ve Başkan Franklin D. Roosevelt'in Dışişleri Bakanı Cordell Hull'un izinden gidiyorlardı. Hull, ekonomik bir kozmopolitti ve on dokuzuncu yüzyılın radikal serbest ticaret savunucusu Richard Cobden'in sıkı takipçisiydi. Savaş sonrası düzen, önceki rejimlerden farklı olarak, iki taraflılığı ve emperyal ayrıcalıkları ortadan kaldıran bir küresel kurallar sistemi olacaktı. ABD Kongresi nihayetinde Uluslararası Ticaret Örgütü'nü (ITO) onaylamamış olsa da bu örgütün ilkelerinden bazıları (çok taraflılık ve ayrımcılık yapmama gibi) Dünya Ticaret Örgütü'nün öncülü olan Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması'nda (GATT) varlığını sürdürdü.

Ancak ticaret, otoriter ve militarist amaçlar için kolayca araçsallaştırılabilir. Serbest ticaretin köleliği pekiştirmeye hizmet ettiği Antebellum Amerika'sı bunun korkunç bir örneğidir. 1787'de ABD Anayasası'nın kaleme alınış sürecinde, köle sahibi Güneyliler anayasa metninde ihracatın vergiye tabi tutulmamasını temin ettiler. Serbest ticaret sayesinde plantasyon tarımının kârlılığını sürdüreceğini ve dayandığı kölelik sistemini koruyacağını çok iyi anlamışlardı. İç Savaş'ta Kuzey, Güney'i yenince kölelik kaldırıldı ve serbest ticaretin yerini Kuzey'in ticari çıkarlarına daha uygun olan korumacılık anlayışı aldı.

İngiliz emperyalizmi altındaki durum da benzerdi. Tahıl Yasaları'nın 1846'da yürürlükten kaldırılmasından sonra İngiliz hükümeti korumacılığa görünürde sırtını döndü ve serbest ticaret anlaşmalarının imzalanmasında Avrupa'ya öncülük etti. Ancak Afrika, Orta Doğu ve Asya'da, İngilizler kıymetli mal ve pazarlara hükmeden zayıf hükümdarlara serbest ticareti silah zoruyla dayattılar.

19'uncu yüzyılın ortalarında İngilizler, Çinli yöneticileri pazarlarını İngiliz ve diğer Batılı mallara (bunların başında afyon geliyordu) açmaya zorlamak için meşhur Afyon Savaşları'nı yaptılar; böylece Batılı ülkeler de altınlarını tüketmeden Çin'in çayını, ipeğini ve porselenini satın alabileceklerdi. Afyon, Amitav Ghosh'un yeni kitabı Smoke and Ashes’ta (Duman ve Küller) ayrıntılarıyla anlattığı gibi, İngiliz tekelinin çiftçilere uzun süre iz bırakan yaralar açtığı, korkunç koşullar altında çalışmaya zorladığı Hindistan'da yetiştiriliyordu. Serbest ticaret baskıcı politikalara ve savaşa hizmet etti ya da tam tersi.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan liderliğinde kurulan çok taraflı serbest ticaret rejimi çok daha başarılı olacaktı. Ticari diplomasi, GATT kapsamında savaşların yerini aldı ve Japonya, Güney Kore, Tayvan ve en önemlisi Çin gibi pek çok Batılı olmayan ülke, küresel pazarlardan yararlanarak ekonomilerini hızla büyüttü.

Ancak 1990'lara gelindiğinde ticaret rejimi kendi başarısının kurbanı oldu. Küresel ekonominin genişlemesiyle güçlenen büyük ve çok uluslu şirketler, ticaret müzakerelerini giderek daha fazla yönlendirmeye başladı. Çevre, kamu sağlığı, insan hakları, ekonomik güvenlik ve yerel eşitlik arka planda kaldı. Uluslararası ticaret bir kez daha Cobden ve Hull'un orijinal vizyonundan uzaklaşmış, uyum yerine uluslararası bir anlaşmazlık kaynağına dönüşmüştü.

Tarihten çıkarılacak ders, ticareti olumlu bir güce dönüştürmek için onu demokratikleştirmemiz gerektiği yönünde. Ticaretin sadece dar çıkar gruplarına değil, ortak faydaya hizmet etmesini sağlamanın tek yolu bu... Dünya ticaret rejimini yeniden inşa edeceğimiz şu yıllarda bu önemli dersi göz önünde bulundurmalıyız.


Bu yazı, Project Syndicate’te, 08 Mart 2024 tarihinde “The Two Faces of Free Trade” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.