×
KÜLTÜR

ANALİZ

İyi Yönetim ve Refah Sunmayan Demokrasi Ölür!

Demokratik kurumların ve siyasi liderlerin adil bir ekonomi inşa etme konusundaki taahhütlerini yenilemeleri gerekiyor. Bu, çok uluslu şirketler, bankalar ve küresel kaygılar yerine işçilere ve sıradan vatandaşlara öncelik vermek demek.
HAZİRAN AYINDA yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, korkulan aşırılık dalgası, tam anlamıyla gerçekleşmemiş olsa da aşırı sağ İtalya, Avusturya, Almanya ve özellikle Fransa’da iyi bir çıkış yakaladı. Üstelik aşırı sağın son kazanımları, Macaristan, İtalya, Avusturya, Hollanda ve İsveç gibi ülkelerde seçmenlerin aşırı sağ partilere yönelmesinin ardından geldi.

Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki Ulusal Birlik’in (önceki adıyla Ulusal Cephe) büyük zaferi, sadece bir protesto oyu olarak değerlendirilip göz ardı edilemez. Nitekim parti, hâlihazırda pek çok yerel yönetimi kontrol ediyor. Partinin bu ay elde ettiği başarı, Emmanuel Macron'u erken seçim çağrısında bulunmaya zorladı ki bu, Ulusal Birlik'e parlamentoda çoğunluk kazandırabilecek riskli bir hamleydi.

Bir dereceye kadar yeni olan bir şey yok. Otoriter partilerden gelen yoğun meydan okumalarla beraber, demokrasinin dünya genelinde giderek daha fazla zora girdiğini zaten biliyorduk. Anketler, nüfusun çoğunluğunun demokratik kurumlara olan güvenini kaybettiğini gösteriyor. Fakat aşırı sağın, özellikle genç seçmenler nezdinde bulduğu karşılık endişe verici. Bu son seçimin bir uyarı niteliğinde olduğunu artık kimse inkâr edemez. Öte yandan bu eğilimin arkasındaki esas nedenleri görmedikçe, demokrasiyi kurumsal çöküş ve aşırıcılığa karşı koruma çabaları muhtemelen başarısız olacak.

Sanayileşmiş dünyanın genelinde yaşanan demokrasi krizine ilişkin basit bir açıklama yapmak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Sistem, vadettiği şeyleri gerçekleştiremedi. ABD'de gelir dağılımının alt ve orta kesimlerindeki reel (enflasyona göre düzenlenmiş) gelirler, 1980'den bu yana neredeyse hiç artmadı ve yönetime gelenler, bu konuda kayda değer bir adım atmadı. Yine benzer şekilde, Avrupa’nın büyük bölümündeki ekonomik büyüme, özellikle 2008’den bu yana zayıf seyrediyor. Son zamanlarda azalmış olsa dahi, genç nüfus işsizliği, Fransa ve bazı Avrupa ülkelerinde uzun zamandır ciddi bir ekonomik sorun.

Batı liberal demokrasi modelinin istihdam, istikrar ve yüksek kaliteli kamu malları sunması gerekiyordu. Bu model, II. Dünya Savaşı'nın ardından büyük ölçüde başarılı olsa da 1980'lerden itibaren hemen her alanda yetersiz kaldı. Hem sol hem de sağ cenahtan politikacılar, uzmanların tasarladığı ve yüksek nitelikli teknokratların yönettiği politikaları övmeyi sürdürdü. Ancak bu politikalar, ortak refahı sağlamakta başarısız olmakla kalmadı, 2008 mali krizine de zemin hazırladı ve tüm bunlar, elde edilen ufak başarıları unutturdu. Seçmenlerin büyük bir kısmı, politikacıların işçilerden ziyade bankacıları önemsediğini düşünmeye başladı.

Nicolás Ajzenman, Cevat Giray Aksoy, Martin Fiszbein ve Carlos Molina ile birlikte yaptığım çalışmalar, seçmenlerin ekonomik büyümenin sağlandığı, yolsuzluktan uzak bir yönetim, sosyal ve ekonomik istikrar, kamu hizmetleri ve eşitlik sunan demokrasileri deneyimledikleri takdirde, demokratik kurumları destekleme eğiliminde olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bu koşullar yerine getirilmediğinde, halk desteğinin gitgide azalmasına şaşmamalı.

Demokrat liderler, çoğunluğun yaşam koşullarını iyileştirecek politikalara odaklanmış olsalar da bu politikaları, halka yansıtma noktasında iyi iş çıkaramadılar. Örneğin, Fransa'nın daha sürdürülebilir bir büyüme yolunda, emeklilik reformuna ihtiyaç duyduğu aşikâr olmasına rağmen, Macron'un önerdiği çözüm, kamuoyu desteğini kazanamadı.

Demokratik liderler, halkın derin endişelerinden giderek uzaklaşıyor. Fransa örneğinde bu, kısmen Macron'un otoriter liderlik tarzını ve aynı zamanda, kurumlara duyulan güvenin genel olarak azaldığını gösteriyor. Ayrıca, sosyal medya ve diğer iletişim araçlarının kutuplaştırıcı görüşleri (hem sol hem sağ) teşvik etmesini ve insanların büyük bir kısmının ideolojik yankı odalarına hapsedilmesini de yansıtıyor.

Politika yapıcılar ve ana akım siyasetçiler de kitlesel göçlerin beraberinde getirdiği ekonomik ve kültürel sarsıntılara karşı duyarsız kaldı. Avrupa'da, son on yılda Orta Doğu'dan gelen kitlesel göçle ilgili endişelerini dile getiren önemli bir kesim vardı. Ancak merkez siyasetçiler, (bilhassa merkez sol liderler) konuyla ilgilenmekte yavaş davrandı. Bu süreç, İsveç Demokratları ve Hollanda Özgürlük Partisi gibi iktidar partilerinin resmî veya gayriresmî koalisyon ortakları hâline gelen göçmen karşıtı partiler için büyük bir fırsat yarattı.

Sanayileşmiş bir dünyada ortak refahı engelleyen zorluklar, yapay zekâ ve otomasyon çağında daha büyük sorunlar hâline gelecek. Üstelik iklim değişikliği, salgın hastalıklar, kitlesel göç, bölgesel ve küresel barış gibi konulara yönelik çeşitli tehditlerin olduğu bir çağda işler daha da karışacak.

Yine de demokrasi, tüm bu sorunlarla başa çıkmanın hâlâ en donanımlı yolu. Tarihsel ve güncel kanıtlar, demokratik olmayan rejimlerin halklarının ihtiyaçlarına daha az duyarlı olduğunu ve dezavantajlı vatandaşlara yardımcı olma konusunda o kadar etkili olmadığını bize açıkça gösteriyor. Çin modeli, ne vadederse etsin, deliller gösteriyor ki demokratik olmayan rejimler, uzun vadede büyümeyi kısıtlıyor.

Bununla birlikte, demokratik kurumların ve siyasi liderlerin adil bir ekonomi inşa etme konusundaki taahhütlerini yenilemeleri gerekecek. Bu, çok uluslu şirketler, bankalar ve küresel kaygılar yerine işçilere ve sıradan vatandaşlara öncelik vermek ve doğru bir teknokrasi için güven aşılamak anlamına geliyor. Halktan kopuk yetkililerin, küresel şirketlerin çıkarlarına uygun politikalar dayatması bir işe yaramayacak. İklim değişikliği, işsizlik, eşitsizlik, yapay zekâ ve küreselleşmenin getirdiği aksaklıklarla başa çıkmak için demokrasilerin, uzmanlık ile halk desteğini harmanlaması gerekiyor.

Evet, bu kolay olmayacak. Zira seçmenlerin çoğu, merkez partilere olan güvenini yitirdi. Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un temsil ettiği aşırı sol, çalışanlara bağlılık ve bankacılık ile küresel ticari çıkarlardan bağımsız olma noktasında, ana akım politikacılardan daha fazla güvenilirliğe sahip. Fakat sol popülist politikaların, seçmenlerin görmek istediği ekonomik koşulları gerçekten temin edip edemeyeceği belirsiz.

Geldiğimiz durum, merkez partiler için ileriye dönük bir yol sunuyor. Söz konusu partiler; küresel iş dünyasına ve denetimsiz küreselleşmeye körü körüne bağlılığı reddeden, bunun yanında ekonomik büyüme ile eşitliği olabildiğince birleştirmek için açık ve uygulanabilir bir planı ihtiva eden manifestoyla işe koyulabilir. Ayrıca dışa açıklık ve göç konusunda daha makul sınırlar çizecek bir denge kurmaları da gerekiyor.

Macron, oynadığı erken seçim kumarını kazanabilir. Ancak işleyiş, eskisi gibi devam edemez. Nitekim demokrasinin halkın desteğini ve güvenini yeniden kazanması için çok daha fazla işçi yanlısı ve eşitlikçi olması gerekiyor.


Bu yazı, Project Syndicate'te “If Democracy Isn’t Pro-Worker, It Will Die” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.