×
ABD

ANALİZ

Neoliberalizm Sonrası Amerika!

ABD’nin ekonomi ve dış politikadaki kafa karışıklığının temelinde demokrasi ve partizan yönelimlerdeki değişim bulunuyor. Demokratik siyasetin “çoğunluk ve kamu yararına” ilişkin varsayımları, neoliberal siyasetsizleştirmenin ardından, artık geçerliliğini yitirmiş durumda.
JOE BIDEN DÖNEMİ, 2016’da yaşanan sarsıntılar ve Donald Trump yönetiminde ortaya çıkan kaos düşünüldüğünde, normale dönüş olarak değerlendirilebilir. Ancak, medya nezaketi ve Oval Ofis profesyonelliğini bir yana bırakacak olursak statükoya geri dönüş gibi bir durum söz konusu değil.

Trump’ın sağ popülizminin yükselişine etki eden birbiriyle ilişkili iki tarihsel gelişme (neoliberal hegemonyanın sonu ve “tarihin sonu”) bugün merkez sol bir Beyaz Saray görünümünde kurumsallaşıyor. Bununla birlikte, Trump neoliberal konsensüsün yıkılışını temsil ederken Biden yönetimi yeni bir politik düzen oluşturma konusunda başarılı olamadı. ABD’nin çip üretimini artırmayı amaçlayan Çip ve Bilim Yasası ya da Enflasyonu Düşürme Yasası gibi her iki partinin de üzerinde uzlaşma sağladığı önemli yasaların geçmesi de bu başarısızlığa engel olamadı. Bunun yerine, ülkedeki kültürel ve seçim temelli kutuplaşma ileri boyutlara ulaştı. Anketler ise 2024 seçimlerinin bıçak sırtı olduğunu gösteriyor.

Ortaya çıktığı düşünülen yeni paradigmanın yaygın olarak “post-neoliberalizm” şeklinde adlandırılması, yeni bir düzen oluşturmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyor. Bu zorluk, oligarşik bir toplumun yerleşik partizan kalıpları ile yeni çağın jeopolitik, ekonomik ve teknolojik rekabet güçlükleri arasındaki uçurumdan kaynaklanıyor. Şu an her iki blok da (muhafazakarlar ve demokratlar) kuruluş motivasyonlarının dışındaki savaşlarla uğraşıyorlar. Bu noktada hiçbiri, Roosevelt ya da Reagan gibi arzu ettikleri “taban kaymasını” gerçekleştiremedi. Aksine, ABD’nin ekonomik stratejisi, kültürel tartışmaları ve dış politikası belirsiz bir fetret dönemine sıkışıp kaldı.

Ekonomide kafa karışıklığı

Öte yandan, post-neoliberalizmin ne olduğuna dair kafa karışıklığı, neoliberalizmin ne olduğunun tam olarak anlaşılamamasından kaynaklanıyor. Neoliberalizmi savunanlar kadar eleştirenler de onun ideolojik anlayışını benimseme eğiliminde: Sermaye, mal ve emeğin serbest dolaşımı; ekonominin siyasetten yalıtılması; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vb. dolayısıyla, neoliberal hegemonyanın sona ermesi, ekonomi politikasının belirlenmesinde, daha fazla “devlet”, daha az “piyasa” ya da ekonomist Brad DeLong’un ifadesiyle daha fazla “Polanyi”, daha az “Hayek” anlamına gelmektedir. Bu akademik yaklaşım entelektüel tarih için uygun olsa da ileriye dönük devlet müdahalesi için bir öneri sunmakta başarısız. Ayrıca bu yaklaşım, neoliberal politikalarla ekonomik teşviklerde ve şirket davranışlarında meydana gelen somut değişiklikleri de yeterince açıklayamamaktadır. Zira, neoliberal anlayış sadece servet dağılımını değiştirmekle ya da devleti zayıflatmakla kalmadı. Belirli zenginlik yaratma biçimlerini teşvik eden neoliberalizm, şirket ve yatırımcı davranışlarında derin ve kalıcı etkiler yarattı.

Ford, General Motors, General Electric gibi büyük entegre üreticilerin hâkim olduğu 20. yüzyılın ortalarındaki Fordist ekonomi modelinde, en büyük işverenler ve en fazla yatırım harcaması yapanlar en büyük kârın sahibiydiler. Ancak, neoliberalizmle birlikte, şirketlerin fikri mülkiyet ve finansal rant üzerinden kâr elde ettiği “bölünmüş” (İng. Fissured) bir ekonomi ortaya çıktı. Bu bölünmüş ekonomide, en kârlı şirketler (günümüzün önde gelen teknoloji ve finans kuruluşları) daha az sayıda çalışana ve sermaye yatırımına ihtiyaç duymaktaydı. Bu şirketler fiziksel üretim ve altyapıyı çoğunlukla dışarıdan temin etmekteydi.

Bu bölünmüş ekonomi, ABD’nin 1970’lerdeki krizlere verdiği yanıtın bir sonucu olarak ortaya çıktı. ABD’li entegre şirketlerin artık küresel üretime hâkim olamayacağı anlaşılınca, bu şirketler daha fazla dış kaynak kullanma yoluna giderek fikri mülkiyet ve finansal rant alanlarına yöneldi. Teknolojik gelişim gibi siyaset dışı faktörlerin de etkilediği bu dönüşüm her zaman bilinçli ve kasıtlı gerçekleşmedi.

Neoliberalizm esasen bu dönüşümü meşrulaştıran ideolojik bir kılıf işlevi gördü. Buna bağlı siyasal değişiklikler de süreci hızlandırmada etkili oldu. Örneğin, 1980’lerden Trump yönetimine kadar ABD’nin ticari politikası, bir yandan fikri mülkiyet ve yabancı yatırımcı haklarını güçlendirirken diğer yandan yerli üretim için gümrük vergilerini sürekli olarak azaltmayı amaçladı. Rekabet hukukundaki “dikey kısıtlamalar” üzerindeki kontroller kademeli olarak zayıflatıldı. Bu durum, Apple gibi şirketlerin, çalışanların çoğunu doğrudan istihdam etmek ve kârlarını onlarla paylaşmak zorunda kalmadan, kârdan aslan payını almalarına ve aynı zamanda dış kaynaklı tedarikçiler ve işgücü üzerinde etkin kontrol sağlamalarına olanak sağladı. Bu süreçte, patent yasaları büyük şirketler için giderek daha elverişli hale getirildi. Öte yandan, federal Ar-Ge politikaları devlet araştırmalarının özel sektör tarafından ticarileştirilmesini kolaylaştıracak şekilde düzenlendi. Kurumsal değişiklikler, varlık yöneticilerinin şirket yöneticileri karşısındaki gücünü artırdı. Bu değişiklikler neoliberal ekonominin oluşumunda vergi indiriminden daha önemliydi.

Bölünmüş ekonomi ilk başlarda getiri sağladıysa da giderek daha fazla maliyete ve çelişkiye yol açtı. Fordizm’deki, büyük yatırımların yüksek ücret ve güçlü talep ürettiği insaflı döngünün aksine şirket kârının, emek ve sermaye bakımından en yoğun kesimlerden uzak tutulması finansallaşmayı, durgunluğu ve artan eşitsizliği beslemektedir. Dolayısıyla, ideolojik doğruluk iddialarına rağmen, tüketimi sürdürmek için borca dayalı işleyen neoliberal model, güvencesizliği ve finansal istikrarsızlığı artırmaktadır.

Bununla birlikte, imalatın zayıflaması ve sermaye yoğun sanayilerin terk edilmesi, ABD’nin birçok sektördeki inovasyon kapasitesini giderek zayıflattı. Bu da hem ABD’nin jeo-ekonomik konumu hem de üst sınıf için tehdit oluşturdu. Orta sınıfın sürekli erozyona uğraması ve bölgesel ayrışmaların artması ise iç gerilimlere katkı sağladı. Bu süreçte, ABD’li şirketler sadece “emtia” üretimini değil, bir dizi kritik üretim alanıyla birlikte teknolojideki liderliklerini kaybetti. Bu noktada, ABD savunma endüstrisi ve diğer kritik tedarik zincirleri kısmen jeopolitik rakiplerinin üretim kapasitelerine bağımlı hale geldi.

Kısacası, ABD’de neoliberalizmle ilgili sorun, vergilerin düşük olması, milyarderlerin açgözlü olması ya da şirketlerin “küreselci” olması değildir. Sorun, neoliberal servet birikiminin, üzerine kurulu olduğu ekonomi, siyaset ve güvenlik koşullarını giderek zayıflatması. Bu sorunlar hem elitlerin hem de halk kesimlerinin neoliberal modeli sorgulamasına neden olmakta. Ancak bu sorunlar, doğru kavramlarla tartışılmadığı için post-neoliberalizm yerleşik bir destekçi kitlesi bulmakta zorlanıyor.

Ahlakçı ve kimlikçi refah anlayışına sahip bir ilericilik, milliyetçi hırsları olan yeni devlet-kapitalizmi kalkınmacıları için çok az karşılığa sahip. Muhafazakârlar, devletin ekonomik ilerlemeyi engelleyebileceği inancını, sağın kimlikçi anlayışından etkilenerek on yıllar boyunca içselleştirdiler. Sosyal muhafazakârların, artık neoliberal politikaya inanmasalar da genişleyen devlet gücünün sadece kendilerine karşı kullanılacağına dair şüpheleri devam etmekte. İster maddi ister idealist nedenlerle olsun, neoliberal anlayışa bağlı kalan her iki partinin bağışçı ve entelektüel kesimleri, elbette kutuplaşmanın keskinleşmesini isteyecektir.

Dolayısıyla, iki bloğun neoliberalizme yönelik memnuniyetsizliğinin hızlı bir şekilde katı partizan tutumlara dönüşme eğiliminde olduğunu söylemek mümkün. Bu noktada, iki blok arasındaki çekişmenin odak noktasında bir değişim gözleniyor. Sosyal güvenliğin özelleştirilmesi ve Obamacare’in yürürlükten kaldırılması konusundaki eski anlaşmazlıklar, Trump’ın Cumhuriyetçilerin sosyal haklara karşı olumsuz tavrını değiştirmesiyle sona erdi. Genel olarak harcama savaşları -son anda önlenen hükümetin kapanması hakkındaki son gerilimde görüldüğü üzere- giderek daha saçma bir hal aldı. Ancak, her iki parti de ortak ekonomik kaygıları, kutuplaşmanın aracı olarak kullanma niyetinde. Demokratlar ırk eşitsizliğine odaklanırken, muhafazakarlar “uyanık kapitalizm” ve kültürel elitizmle uğraşıyor. Böylece, post-neoliberalizm süreci bir kültür savaşına indirgenerek bölünmüş ekonominin sıkıntılarına ilişkin ortak kaygılar etkisizleştiriliyor.

Öte yandan hem demokratlar hem de muhafazakarlar neoliberalizmin ya da en azından neo-klasik anlayışın temel varsayımına bağlılıklarını sürdürmektedir. Buna göre, “piyasa” ve “devlet” gibi soyut kavramlar doğaları gereği uyumdan ziyade karşıtlık içindedir. Bu noktada amaç, karşılıklı olarak birbirini besleyen güçleri uyumlu hale getirmek değil, karşıt güçleri dengelemektir. Zengin ulusal kalkınmacılık geleneğine rağmen (Alexander Hamilton, Henry Clay ve Abraham Lincoln’ün “Amerikan Sistemi” ve her iki Roosevelt’in çabaları) Amerikalılar bir süredir ulusal ekonomik kalkınma konusuna kafa yormak zorunda hissetmiyorlar. Bu konular, çoğunlukla teknokratların hararetli tartışmalarının ötesine geçemedi. Kamusal söylem ise parçalanmış medya şartlarında kültür savaşı ve kişi kültü etrafında şekillenmekte.

Bu nedenle, neoliberalizmden sonra yaşanan politik kopuş, yasal düzenlemeler önemli olsa bile ne yeni bir entelektüel uzlaşıyı temsil ediyor ne de gelecek seçimlerde bir oy kayması durumunu haber veriyor. Bu daha ziyade, partizan blokların eski ahlaki-ideolojik taahhütlerinin mevcut endüstri lobileriyle (elektronik şirketleri, üniversiteler, otomobil üreticileri) hizalandığı anlamına geliyor. Sonuç olarak, tüm bunlar bir bulmacanın parçaları olarak görülebilir, ancak bulmacadaki resmin ne olduğu veya parçaların bir araya nasıl getirileceği konusunda herhangi bir fikir birliği bulunmuyor. Dolayısıyla, en azından 2024 seçimlerine kadar yasama faaliyetleri ilerleyecek gibi değil.

Dış politika: “Tarihin sonu”nun sonu!

Benzer şekilde, dış politika alanında da karmaşa durumu hakim. Bu noktada, dış politika ve ekonomi politikası arasındaki ayrım giderek silikleşiyor. “Tarihin sonu” tezi ise sona erdi: Çin, satın alma gücü bakımından dünyanın en büyük ekonomisi olurken, aynı zamanda dünyanın büyük bir kısmıyla ticaret yapan, teknoloji alanında Batı’ya rakip ve bazı önemli tedarik zincirlerinde hakim aktör haline geldi. Üstelik Pekin, Batı’nın liberalleşme beklentilerinin tam tersi yönünde hareket ederek kendi küresel etki alanını inşa etti. Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgali, jeopolitik ve jeoekonomik blokların yeniden yapılanma sürecini hızlandırdı. Böylece, Pax Americana’ya dair süregelen tüm umutlar da yıkılmış oldu. Trump’ın 2016’da Çin’e karşı şahin tutumu olağandışı bir durumken, bugün iki partinin uzlaştığı birkaç konudan biri.

Dolayısıyla, dış faktörlerin dayatmasıyla geleneksel anlayıştan böylesine kararlı bir kopuşun yaşanmış olması, ileriye dönük bir uzlaşının olacağı anlamına gelmiyor. Rusya, Soğuk Savaş pratiklerini ve ittifaklarını yeniden canlandırırken Çin, Soğuk Savaş sınıflandırmalarını reddediyor. Komünist görünen katı otoriter ve etkin kapitalist bir Çin, ekonomik ve siyasi özgürlüğün birliğine inanan Amerikalılar için bir rakipten ziyade ürkütücü bir belirsizlik anlamına geliyor.

Sovyetler Birliği’nin aksine Çin, onlarca yıllık entegrasyon çabalarının ardından ABD’nin tedarik zincirleri, finans ağları, bilimsel araştırma sistemleri ve ötesine yerleşmiş durumda. İster Çin pazarlarını ister tedarik zincirlerini korumak için olsun, çoğu endüstri lobisi ABD’nin Çin’i kızdırabilecek her türlü girişimine karşı çıkıyor. Pekin, ayrıca, finans gibi güçlü sektörlerini de stratejik olarak geliştiriyor. Her ne kadar son yıllarda Çin’e yönelik ilgileri azalmış olsa da ABD’li büyük şirketler, hala Şi Cinping'in Washington’daki en önemli müttefiki konumundalar. Bu süreçte, Çin’in kendi ulusal şirketlerini geliştirmesiyle, pek çok Batılı şirket kendilerini hem teknoloji transferine mecbur bırakılmış hem de ülke pazarının dışına itilmiş halde buldu. Ancak, ABD’nin son büyük ekonomik rakibi Japonya’nın aksine Çin, ABD’nin koruması altında değil. Üstelik Çin, ABD’nin çıkarlarıyla açıkça çelişen bir dış politika yürütüyor.

İki ülke arasında var olan asimetrik şirket-hükümet ilişkileri, işleri daha da zorlaştırıyor. Ticari lobiler ABD siyasetinde güçlü bir rol oynarken, Çin’in parti devleti şirketler üzerinde etkin bir kontrol uyguluyor. Bu bakımdan, ABD’li ticari aktörler Çin Komünist Partisi’nden çekindikleri için Çin hükümetini açıkça eleştirmekten kaçınıyor ve ilişkilerini korumaya yönelik büyük çaba sarf ediyorlar. Buna karşılık ABD’li şirketler, Washington’dan koşulsuz sübvansiyon talep ederken, ABD’nin ulusal çıkarlarını destekleme yükümlülüğünden rahatça kaçınabiliyorlar. Örneğin; Elon Musk, geçtiğimiz günlerde Çin’in “sosyalist değerlerine” bağlı olduğu yönünde açıklama yaptı. Musk’ın uzay şirketi SpaceX ABD’nin en başarılı uzay şirketi olarak görülürken diğer şirketleri de ABD hükümetinin pek çok sübvansiyonundan faydalanıyor. Bu şirketler arasında yer alan Tesla ise Çin tedarik zincirlerine, sübvansiyonlarına ve nihayetinde pazarlarına büyük ölçüde bağımlı durumda.

Benzer şekilde Intel ve diğer çip şirketleri, Çip Yasası kapsamında milyarlarca dolarlık destek aldıktan sonra, Çin’deki ihracat kontrollerine ve çip yatırımı kısıtlamalarına karşı lobi faaliyetlerine girişti. Nike da dahil birçok hazır giyim şirketi, Sincan’daki Uygurların zorla çalıştırıldığı fabrikalarda üretilen malların satışının engellenmesine karşı lobi faaliyetleri yürüttü. Hollywood’dan NBA’e kadar eğlence şirketleri de Çinli yetkililerin öfkesini çekmemek için otosansür uyguladı. Bu gelişmeler politik bakımdan karmaşık olsalar da ortaya çıkan görüntüyü açıklamak zor değil. Ulusal güvenlik tartışmaları, bir yandan ihracatın kontrolü diğer yandan “ayrışma” kavramı etrafında sürerken şirketlerin bu duruma boyun eğmesi, ABD’nin kararlılığının sınırını ve ekonomik bağımlılığının boyutunu açıkça gösteriyor.

Biden yönetimi, ABD ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın bir konuşmasında kullandığı “küçük bahçe, yüksek çit” benzetmesine uyan bir uzlaşma pozisyonu benimsedi. Görünüşe göre, bu ilginç benzetme, ulusal güvenlikle ilgili teknolojiler konusunda sert tutum, diğer alanlarda esnek yaklaşım anlamına geliyor. Ancak hem askeri hem de sivil olarak iki taraflı kullanılabilen teknolojilerin etkin olduğu ve maden işleme gibi alt sektörlerin stratejik tedarik zincirlerini güvence altına alabildiği bir çağda, bu tür retorik hamleler yeterli olmayacaktır.

Teorik olarak, devletler rakiplerinin ideolojik meşruiyetini hedef almadan ekonomik ve teknolojik rekabete girebilirler. Ancak, ulusal çıkarların sıradan bir şekilde korunması, kültürel savaş ahlakçılığına saplanmış Amerikan elitlerine pek doğal gelmiyor olacak ki Soğuk Savaş döneminin “demokrasi-tiranlık” ikiliği yeniden gündeme getiriliyor. Bu bağlamda, muhafazakârlar Çin’in resmen komünist olduğunu büyük bir heyecanla hatırlatıyor. Ayrıca, Komünist Parti “rejimine” nefret, Çin “halkına” saygı çerçevesinde bir terörle mücadele söylemi benimsiyorlar. Buna rağmen, Cumhuriyetçiler ticari lobilere boyun eğerken tedarik zinciri bağımlılıklarını ya da aşınan savunma sanayi politikasını eleştirmekte isteksiz davranıyor. Bu da bazı istisnalar olmakla beraber sağın sembolik şahinliğinin temelde ciddiyetsiz olduğunu gösteriyor.

Demokratlar ise iç siyasi tartışmaları dış politikaya taşıyarak liberal demokrasinin sosyal açıdan “liberal” kısmını giderek daha fazla vurgulamış durumdalar. Bu yaklaşım anakronik anti-komünizme kıyasla daha sağlam bir zemine sahip, çünkü bu noktada Çin ve Rusya bazı açılardan “komünist” değil muhafazakâr bir anlayış sergiliyor. Ancak, Ross Douthat’ın New York Times’taki analizinde belirttiği üzere sorun şu ki “demokrasi odaklı büyük stratejinizi sürekli olarak iç siyasal çatışmayla ilişkilendirirseniz her iki tarafın desteğini alamazsınız. Bu stratejiyi sürekli olarak sadece kendi siyasi bloğunuza ait değerlerle ilişkilendirdiğinizde de aynı sonuçla karşılaşırsınız. Dolayısıyla, demokrasiyi sosyal liberalizm ya da ilerlemeciliğe eşitleyen bir strateji Cumhuriyetçilerden sürekli bir destek görmeyecektir. Bu da “bir sonraki seçim” döngüsünün tekrar etmesine neden olacaktır.”

Batı’nın kültürel değerleriyle sınırlandırılmış bir “demokrasi” anlayışı, Çin’i “çevrelemek” için kurulacak ittifakları da zorlaştıracaktır. Nitekim, böyle bir anlayışın Modi’nin Hindistan’ına, Erdoğan’ın Türkiye’sine, Amlo’nun Meksika’sına, Ortadoğu monarşilerine ya da Vietnam Komünist Partisi’ne hitap etmesi pek mümkün değil. Sovyetler Birliği’nin aksine Çin, komünizmi küresel siyasetteki etkisinin ideolojik taşıyıcısı olarak kullanmıyor. Pekin, ayrıca, ekonomik yardımı liberalleşme ve demokratikleşmeye dayandıran Batılı anlayışa benzer bir tutumu da reddediyor. Bu noktada, diğer ülkelerin iç siyasetiyle ilgilenmemesi, umut vadeden ekonomi ve dış politika ortaklıkları için Pekin’e avantaj sağlıyor. Bu durum dikkate alındığında, Amerikalıların, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra gelişmekte olan ülkelerin “bağlantısız” bir pozisyon almalarına şaşırmaları anlamlı görünmüyor.

Son zamanlarda ABD medyası Çin’in ekonomik büyümesindeki belirgin düşüşe odaklanmış durumda. Elbette, Komünist Parti üzerinde baskı yaratacak büyük bir ekonomik çöküş, ABD’de memnuniyetle karşılanacaktır. Ancak bu, o kadar basit görünmüyor. Çin gelişmiş imalat sanayilerini korumayı sürdürüyor. Örneğin; Çin kısa süre önce dünyanın en büyük otomobil ihracatçısı olurken çip sektöründe de şaşırtıcı bir ilerleme kaydetti. Ülkede büyüme ve istihdamı teşvik etmek için kullanılan kaldıraçlı inşaat sektörleri ise yavaşlıyor. Çinli yetkililer, “Made in China 2025” gibi girişimler doğrultusunda, ülkeyi borca dayalı inşaat sektöründen uzaklaştırırken gelişmiş imalat sektörünü desteklemeye niyetli görünüyor. Çin’in başarılı olup olamayacağı tartışmalı olsa da stratejik tedarik zincirleri üzerindeki hakimiyeti devam ediyor. Diğer taraftan, Çin ile rekabet ABD siyasetinde birleştirici bir unsur olmakla birlikte ülkedeki kültürel savaşta bir koz olarak kullanılıyor. Bu çekişmeler ve ticari kararsızlık da ABD-Çin ilişkileri için uzlaşmacı yaklaşımı olanaksız kılıyor.

ABD’nin ekonomi ve dış politikadaki kafa karışıklığının temelinde partizan yönelimlerdeki büyük değişim bulunuyor. Demokratik siyaset, çoğunluğun desteğiyle iktidara gelerek kamu yararına tutarlı bir politika uygulamayı öngörüyordu. Ancak, demokratik siyasetin doğasına ilişkin bu tür varsayımlar, on yıllardır süren neoliberal siyasetsizleştirmenin ardından, artık geçerliliğini yitirmiş durumda.

Tarihçi Charles Maier’in son dönemde yayımlanan kitabı The Project-State and Its Rivals, Soğuk Savaş’ın sonlarında sarsılmaz görünen (neo)liberal konsensüsün çöküşünü analiz ediyor. Kitabın güncel siyaseti ele alış biçimi kusurlu dursa da Maier’in “proje devlet” kavramı oldukça aydınlatıcı görünüyor. Buna göre, aktivist devletler ve görkemli ideolojilerin etkin olduğu 20. yüzyıl deneyimine dayanarak, partizan çatışmaların ideolojik projeler veya siyasi tutumların rekabetinden kaynaklandığını düşünme eğilimindeyiz. Ancak, bugün ABD siyasetindeki temel soru, hangi rakip siyasi projenin galip olacağı değil, herhangi bir siyasi projenin mümkün olup olmadığı; diğer bir ifadeyle sağ, sol ya da merkezin bir proje sunup sunamadığıdır.

Muhafazakarlığın düşüşü

Cumhuriyetçi Parti son iki dönemdir bir siyasal platform oluşturamamasının yanı sıra Temsilciler Meclisi Başkanı’nı seçmekte de güçlüklerle karşılaştı. Dolayısıyla, sağın olumlu bir projeye sahip olma iddiasını büyük ölçüde kaybettiği anlaşılıyor. Muhafazakâr bağışçılar, parti muhalefet işlevini yerine getirdiği, Demokratların girişimlerini engellediği ve vergileri düşük tuttuğu sürece memnun görünüyor. Sağcı medya, entelektüeller ve seçmenler ise eğlendirildikleri sürece mutlu görünüyorlar, zira adaylardan sembolik onay ve çarpıcı paylaşımlar dışında pek bir beklentileri yok.

Cumhuriyetçilerin siyasi arenadan çekilmesi kısmen George W. Bush yönetiminin yarattığı yıkımın bir sonucu. Donald Trump’ın 2016’daki zaferinin kanıtladığı üzere, bu muhafazakâr “müesses nizam” Cumhuriyetçi seçmenler arasında bile itibarını yitirmişti. Nitekim, birçok muhafazakâr entelektüel Trump’ın seçilmesinden sonra partiyi fiilen terk etti.

Amerikan kültürü sola kaydıkça ve neoliberalizm aile birimini zayıflattıkça, Hıristiyan gelenekçiliği hem bir ideoloji hem de bir yaşam biçimi olarak marjinalleşti. New York Times’ın kısa süre önce attığı bir manşette, Mike Pence’in başarısız seçim kampanyasına atıfta bulunarak ifade ettiği gibi, bu tür bir “geleneksel muhafazakârlık” “azalan bir kitleyi” temsil etmektedir. Bugün, yeni eğitim müfredatı, konuşma kuralları ve sosyal faaliyetler için baskı yaparak halkın katı bir ahlaki ortodoksiye bağlılığını talep edenler, İncil’e inanan evanjelistlerden ziyade demokratlardır. Diğer taraftan, seçmen ve entelektüel tabanı daralan sosyal muhafazakârlar, 20. yüzyıl kültür savaşındaki tutumlarının keskin bir şekilde değişmesiyle, alışılmadık yaşam tarzları için hoşgörü arayışına girişir oldular.

Bugün ABD’de sosyal muhafazakârlık, genel olarak, 1980’lerin “ahlaki çoğunlukçuluk” inancından uzaklaşmış durumda. Matthew Walther bu durumu, aykırı spor sitesi Barstool Sports’a atfen “Barstool muhafazakârlığı” olarak adlandırdığı bir tür ahlaki kayıtsızlık olarak yorumluyor. Barstool muhafazakârları “uyanık” politik doğruculuğa, çevreci baskılara ve Covid kısıtlamalarına karşı tepkililer. Ancak, kürtajın yasaklanması, okullarda ibadetin geri getirilmesi ya da Hristiyan kamusal alanının yeniden tesis edilmesi gibi konularla pek ilgilenmiyorlar. Dahası, ne ezoterik piyasa teorisi veya politik deneylere ne de refah devletini ortadan kaldırma ya da kemer sıkma politikalarına ilgi duyuyorlar. Buna rağmen, bazen “halk özgürlükçüleri” olarak adlandırılıyorlar. Klişe tabirle, “linçlenme” korkusu olmadan ızgara yapmak, porno izlemek, bahis oynamak, video oyunları oynamak ve şakalaşmak istiyorlar. İlerlemeciliğin popülerlik durumuna bağlı olarak, Barstool muhafazakârlık seçime yönelik bir etkiye sahip olabilir. Ancak yine de bu tip bir muhafazakârlığın herhangi bir siyasi proje olması mümkün görünmüyor.

Bu perspektiften bakıldığında Trump’ın, evanjelik “Hıristiyan milliyetçiliği” ya da neo-pagan etno-milliyetçiliğin temsilcisi olmadığı anlaşılıyor. Ayrıca, başkanlığı Cumhuriyetçi Parti’de ciddi bir “yeni sağ” ekonomi programının doğuşunu da müjdelemedi. Kaos, rasyonalite eksikliği, tweetler, normların ihlali ve eğlence gösterisi, Trump’ın çekiciliğinin ve hırsının özü olarak kaldı.

Projesiz sol

Buna karşılık, sol hala proje odaklı olsa da bir proje-devletten ziyade bir proje-STK’ya odaklanmış görünüyor ve büyük çoğunluğun desteğini almakla pek ilgilenmiyor. Justin Vassallo’ya göre, ilerici sol ne seçilmiş Demokratlar için “kurnaz bir koalisyon ortağı” ne de “Bidenomics” gibi gündem maddelerinin potansiyel cazibesini sınırlayan “güvenilir ve bağımsız bir siyasi güç”. Başlıca projeleri olan çevrecilik ve “uyanıklık” ise yeni bir ulusal projenin temelini oluşturmak bir yana, genellikle geniş bir uzlaşının oluşumunu baltalama işlevi görüyor. Bu nedenle, Cumhuriyetçi Parti’nin sıkıntılı durumuna rağmen, Demokratlar Cumhuriyetçilerin hakim olduğu bir Meclis ve belirsiz seçim beklentileriyle karşı karşıya kalıyor.

Demokratların savunduğu iklim değişikliği ve ilerici çevrecilik, çok sayıda kör nokta barındırıyor. Günlük yaşamları değiştirmeye odaklanırken (gaz sobalarına karşı haçlı seferi başlatmak gibi) en azından ABD’de, milyarderlerin devasa mülklerinden ve özel jetlerinden neredeyse hiç bahsetmiyor. Aynı şekilde, tamamen fosil yakıtlar, yerli sanayiler ve bölgesel ekonomileri cezalandırmaya odaklanırken, ticaret kaynaklı çevresel arbitrajı ve denizaşırı kirliliği çoğunlukla görmezden geliyor. Bu bariz sınıfsal ve taraflı önyargılar, temiz enerji projeleri de dahil olmak üzere neredeyse tüm yeni girişimlerin altını oyuyor. Sierra Club gibi çevreci gruplar genellikle yeni güneş ve rüzgar enerjisi tarlalarına ve batarya üretim tesislerine şiddetle karşı çıkıyor. Bazı “arz yanlısı ilericiler” son zamanlarda bu durumu düzeltmek için izin reformuna ilgi duymaya başladılar. Ancak, ideolojik olarak büyüme karşıtlığına saplanmış bir hareketin yönünü değiştirmek kolay olmayacaktır.

Enflasyonu Düşürme Yasası’nda görüldüğü üzere, çevre lobisinin ulusal sanayi politikasında ön plana çıkması, daha önce küresel anlaşmalar, ulus ötesi düzenlemeler ve finansallaştırılmış karbon ticaretini önemseyen bir hareket için bazı açılardan şaşırtıcı görünüyor. Bu neoliberal yaklaşımlar son yıllarda yeşil hareketi başarısızlığa uğratmakla kalmadı, aynı zamanda çevreyi en fazla kirleten ülke olan Çin’in çok kutuplu dünyada bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasıyla etkinliğini yitirdi. Bununla birlikte, taktiksel değişime rağmen, Amerikan çevreciliği, arketipik neoliberal kesimlerin (STK’lar, çok uluslu şirketler ve teknokratlar) ötesine geçmekte zorlandı. Her aşamada, gerçek bir ulusal seferberlik projesine dönüşmeye direnerek, bunun yerine üst-sınıf beyaz yakalılar için ahlaki geçerlilik ve mali teşvikler sunarken, diğer herkesten kemer sıkma talebinde bulundu.

İlericilerin diğer büyük projesi olan “uyanıklık” daha da kutuplaştırıcı bir niteliğe sahip. Bu, aynı zamanda, başarısızlığa verilen bir tepki olarak görülebilir. Martin Luther King Jr. ve sivil haklar hareketinden sonra ortaya çıkan “renk körü” ırksal entegrasyon anlayışı, her ne sebeple olursa olsun, kazanç, zenginlik, eğitim, tutukluluk ve diğer alanlardaki önemli ırksal eşitsizliklerin üstesinden gelememiştir. Bunun üzerine ilericiler, ulusal tarihler, bayramlar, konuşma kuralları, okul müfredatları ve benzerlerinin yanı sıra pozitif ayrımcılık lehine renk körlüğünü reddeden yeni bir “ırkçılık karşıtı” tutum benimsediler. Ancak, bu hareketin öncüllerine katılalım ya da katılmayalım, sivil haklar hareketinin inşa ettiği türden bir ulusal mutabakat oluşturması pek olası görünmüyor.

Her şeyden önce, uyanık siyaset doğası gereği kendi kendini yenilgiye uğratacak şekilde çoğunluk karşıtıdır. Mağdur azınlık kimlikleri desteklemeye ve bu temelde sembolik ve maddi imtiyazlar vermeye çalışarak çoğunluğu fiili ezen olarak konumlandırır. Daha somut olarak, koalisyon ortakları yerine “müttefikler” arar ve pragmatik politika yerine ahlaki kesinliğin altını çizer. 

Renk körü entegrasyon nihai hedef olarak ortaya konabilirken, uyanık aktivistler Amerikan ırkçılığının içsel ve telafi edilemez olduğunu öne sürerek politik çözümlerin toplumsal dönüşümden çok kişisel kefareti hedeflediğini vurguluyor.

Bu nedenle, kritik kurumlarda önemli ilerlemeler kaydetmelerine, hatırı sayılır miktarda bağış toplamalarına ve 2020’deki Black Lives Matter protestolarına rağmen, uyanıkların politik kazanımları etkisiz gibi görünüyor. “Polis fonlarının kesilmesi” gibi bazı somut siyasi hamleler, bölge savcısının görevden alındığı San Francisco gibi ultra-ilerici şehirlerde tepki oluşturma konusunda başarılı oldu. Uyanıklık karşıtlığı, parçalanmış sağı bir arada tutan birkaç şeyden biri durumunda. Seçkin üniversitelerdeki Yahudi karşıtı söylemlerle ilgili son tartışmalar, “uyanık” kurumlara yönelik muhalefetin, siyasi sağın çok ötesindeki seçmenleri de kapsayacak şekilde genişlediğini gösteriyor.

Muhafazakarların ve ilericilerin açmazları

Amerikan muhafazakârlığı her türlü siyasi sorumluluk duygusunu ve bununla birlikte olumlu siyasi projeler geliştirme kapasitesini terk etmiş görünüyor. İlericiler ise ahlaki coşkudan ve demokratik koalisyon kurmayı engelleyen aşırı ahlakçılıktan ve kültürel tutumlardan muzdarip. Demokrat senatör Chris Murphy geçtiğimiz günlerde Twitter’da yaptığı bir ankette, ilericilerin ekonomik gündemlerine yönelik geniş bir koalisyon oluşturmak için bazı kültürel taahhütlerini esnetmelerinin gerekip gerekmediğini sordu. Sonuç büyük ölçüde olumsuz çıktı. Tersi bir sorunun (daha geniş bir kültürel koalisyon için ekonomi politikasını esnetme gerekliliği) benzer bir sonuç vereceğinden şüpheleniliyor. Ortaya çıkan sonuç, bir siyasi projeyi uygulamak için çoğunluğun desteğini alma hedefinin artık demokratik siyasetin temel belirleyeni olmadığını yansıtıyor.

Sonuç olarak, Soğuk Savaş sonrası sağlanan uzlaşının çöküşü, siyasi bir proje olarak neoliberalizmin çöküşü olarak algılanabilir. Dolayısıyla, neoliberal bir toplum inşa etme fikri artık uygulanabilir değil. Bu da vergi indiriminin büyümeyi hızlandıracağına, ticaret anlaşmalarının Çin’i demokratikleştireceğine ya da karbon kredisi planının iklim değişikliğini sona erdireceğine inanmanın artık makul olmadığını gösteriyor. Ancak bu, yeni bir konsensüsün eskisinin yerini aldığı değil, sadece tüm siyasi projelerin eşit derecede mantıksız görüldüğü anlamına geliyor. Aslında, sistematik neoliberal projenin terk edilmesi, neoliberal eğilimin nihai zaferini temsil ediyor olabilir. Herhangi bir ortak projenin yokluğunda siyaset, kolektif yönetimden ziyade kişisel zenginleşme, kişisel kefaret ve hatta kişisel eğlence yoluyla tamamen bireysel bir kendini gerçekleştirme süreci olarak tasarlanır.

Bu bağlamda, post-neoliberal yeni bir mutabakat oluşturmak için gereken şartların yerine getirilmediği anlaşılıyor. Eski parti görevlilerinin unvanlarını değiştirdikleri ancak iktidarı ellerinde tutmaya devam ettikleri komünizm sonrası geçiş dönemlerinde olduğu gibi, neoliberal anlayıştan politik sapmalar, yerleşik araç ve yapıları değiştirmedi. Büyük bağışçılar, tepeden inme STK’lar, Büyük Teknoloji platformları ve diğer fikri mülkiyet odaklı şirket lobileri ABD siyasetinin baskın güçleri olmaya devam ediyor. Yeni Düzen’in kitle örgütlerinin yanı sıra bunların yerini alacak yeni siyasi oluşumlar ve sanayi koalisyonları da ortaya çıkmıyor. Aksine, seksenlik siyasetçiler ve bağışçılar hem sağda hem de solda önde gelen aktörler olmaya devam ediyor.

Diğer taraftan, “post-neoliberalizm” solcu bir hayalden Trumpçı bir isyana dönüştü. Şu anda yerleşik liberal yönetimin gündemini şekillendiriyor. Yine de genel bir eleştiriden somut bir projeye ve ortak bir mutabakata dönüşebilir. Zira, yeni siyasal paradigmalara yönelik iştah, kalıcı görünüyor. On yıllardır süren neoliberal siyasetsizleştirme, Amerikalıların siyasi eylem ve ulusal olanaklara yaklaşımını olumsuz etkilese de eski ideolojik kategorilerin içinin boşalması partiler arası işbirliği ve politik denemeler için yeni fırsatlar yaratmış durumda.

Elli yıl önce neoliberalizm, ABD’nin ekonomik üstünlüğünü kaybetmesine verdiği tepkinin ideolojik ifadesi olarak ortaya çıktı. Bugün aynı kaygılarla neoliberalizmden uzaklaşılması da benzer şekilde tam bir kasıt olmaksızın, birbiriyle uyumlu olması gerekmeyen çeşitli ideolojik görünümler altında ilerleyebilir. Ancak neoliberalizm siyasetsizleştirme ve kolektifsizleştirmeyi hedeflerken, post-neoliberalizm çok daha ileriye gidebilmek için ortak bir yapıcı vizyona ihtiyaç duyacaktır.

Post-neoliberal süreç, birbirinden çok farklı iki yönetim boyunca varlığını sürdürmüş olsa da hala kendi hareketini ve hatta kendi öz tanımını arıyor.


Bu yazı, The New Statesman'de, “America after neoliberalism” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında kısaltma ve editoryal düzenleme yapılmıştır.