×
KÜLTÜR

ANALİZ

Modern Siyasi İktidarın Dönüşümü: Ekonomi-Politik Bir Okuma

20. yüzyılın başlarında bürokratik devletlerin yükselişiyle biçimlenen modern iktidar, yüzyılın sonlarında neo-liberalizmin zaferiyle şekillendi. Şimdilerde kritik soru şu: “Muhteşem doksanlardan” popülist otoriterliğe ve 2020’lerdeki güvensizlik ortamına nasıl geçildi?
GÜCÜN GERÇEK kaynağı her zaman aşikâr değildir. ABD Başkanı Bill Clinton, 1998 yılında dünyanın en güçlü insanları arasındaydı. Soğuk Savaş’tan zaferle çıkan ABD, Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Védrine’in deyimiyle bir süper güce dönüşmüştü. Diğer bir ifadeyle ABD, o dönem hem sert hem de yumuşak güce sahipti. Monica Lewinsky skandalına rağmen, ABD’nin “yeni ekonomisi” yükselirken, 1996’da ezici bir üstünlükle yeniden seçilen Clinton oylarını artırmaya devam ediyordu. Dolayısıyla, tıpkı temsili demokrasi gibi ABD liderliğindeki küreselleşme de ilerleyişini sürdürüyordu.

1990’ların sonunda neoliberal küreselleşmenin temel özelliği, kısa vadeli sermayenin uluslararası hareketliliğini arttırmasıydı. Nitekim 1997’de, “sıcak para” denen bu sermayenin bazı Doğu Asya ülkelerinden çıkışı küresel ekonomik krizle sonuçlandı. Bunun üzerine G7’yi toplamayı düşünen Clinton’un aklında yeni bir “Bretton Woods II” yaratma planı vardı. Bu yeni form, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri küresel finans sermayesinin ulusal düzenlemesini temel alan uluslararası para sistemine ulaşmayı sağlayacaktı.

İngiltere Başbakanı Tony Blair ile yaptığı telefon görüşmesinde Clinton şu açıklamayı yapmıştı: “50 yıl önce Bretton Woods sistemi, ticaret ve yatırımı kolaylaştırmak için gereken çözümün, yeterli parayı bulmakla ilgili olduğunu öngörmüştü. Buna göre sistem, para akışının kendisinin küresel ekonomide büyük bir doğal güç haline geleceğini varsaymamıştı.” Bu nedenle Clinton, yeni bir uluslararası merkez bankası oluşturma olasılığını bile düşündü. Ancak Clinton’un bu radikal fikirleri, en yakındaki ekonomi danışmanları olan Hazine Bakanı Robert Rubin ve yardımcısı Lawrence H. Summers tarafından şiddetle reddedildi. Nelson Lichtenstein ve Judith Stein, A Fabulous Failure adlı çalışmalarında Clinton’un, savunduğu “yeni uluslararası sisteminin hiçbir versiyonu için bir alıcı bulamadığını” ifade ediyor. Meselenin bu şekilde kapanmasıyla birlikte Başkan’ın “ilerici sezgileri”, yerini ABD hazinesi ve müttefikleri adına seferber edilen ideolojik ve örgütsel itici gücün desteklediği bir neoliberalizme bıraktı.”

Akıntıya Karşı

Clinton ilerici eğilimlerinde samimi olsa da neoliberal bir akıntıya karşı yüzüyordu. 1993’te göreve geldikten sonra, ilk olarak devlet öncülüğünde “sanayi politikasını” ve “sağlık hizmetlerine herkesin erişimini” savundu. Ancak, her iki girişimin de başarısız olmasının ardından, diğer birçok lider gibi piyasa köktenciliğini benimsedi. Bu da telekomünikasyondan finansa tüm endüstrilerin serbestleştirilmesini, katı refah reformlarının yürürlüğe alınmasını ve serbest piyasanın yüceltilmesini öngörüyordu.

Peki, gerçekte kararları kim veriyordu? Goldman Sachs’ın eski yatırımcısı Rubin mi? Harvard Üniversitesi’nin eski ekonomisti Summers mı? Yoksa herkes sadece Zeitgeist (zamanın ruhu) tarafından mı sürükleniyor? Elbette bunlar sadece tarihsel bir merakla sorulmuş sorular değil. Bugünlerde, dünyanın dört bir yanında hükümetler, 20. yüzyılın sonunda vazgeçtikleri ekonomik hayat üzerindeki yetkilerini geri alıyorlar. Ancak çeyrek yüzyıl önce olduğu gibi, bu durum sadece iktidarda bulunan bireylerin doğal siyasi içgüdülerine indirgenemez.

Lichtenstein ve Stein’ın kitabı bu sonuca dair oldukça kapsamlı bir perspektif ortaya koyarken, Harvard’lı tarihçi Charles S. Maier’in The Project-State and Its Rivals adlı çalışması Clinton dönemindeki neoliberal küreselleşme dalgasından bu yana nelerin yanlış gittiğini detaylı bir şekilde inceliyor. Buna göre, sonraları Barack Obama tarafından da uygulanan Clinton’un politikaları, küresel bir umut aşılarken, bugünkü siyasi ortam korku üzerine kurulu. O halde sorulması gereken soru şu: “Muhteşem doksanlardan” popülist otoriterliğe, “demokratik erozyona” ve 2020’lerdeki güvensizlik ortamına geçiş nasıl bu kadar hızlı oldu?

Modern Devlet

Maier bu soruyu yanıtlamak için yeni “proje-devlet” kavramını öneriyor. Bu kavram, toplumu büyük hedefler doğrultusunda harekete geçirme gücüne sahip egemen bir varlığı ifade ediyor. 
Proje-devletin devrimler çağı olan 18. yüzyıla kadar uzanan öncülleri olsa da tam anlamıyla kendi kimliğine kavuşması iki dünya savaşı dönemine kadar gerçekleşmedi.

Savaşları kazanmak, Büyük Buhran’la mücadele etmek, sosyal demokratik müreffeh devletler inşa etmek, sömürgecilikten kurtulmak ve ekonomik kalkınmayı sağlamak büyük toplumsal projelerin örnekleriydi. Devletler arazileri dönüştürdü, bataklıkları kuruttu ve barajlar, limanlar ve otoyollar gibi devasa altyapı tesisleri inşa ettiler. Ancak aynı zamanda eğitim, aşılama, kısırlaştırma ve bazı durumlarda imha etme gibi yöntemlerle nüfusları da dönüştürmeye çalıştılar.

Bununla birlikte, proje-devletler, şiddet ya da başka yollarla insanları ve kaynakları harekete geçirseler de arkalarında kendilerini destekleyen “kitlelere” ihtiyaç duyuyorlardı. Bu noktada, gerekli kritik kitleye ulaşmak, genellikle siyasi partilerin örgütlenmesi yoluyla Hitler, Stalin, Mao, Charles de Gaulle veya Jawaharlal Nehru gibi karizmatik liderlere düşüyordu.

Öte yandan, Maier’in çalışmasının başlığından da anlaşılacağı üzere, proje-devletin rakipleri vardı. Bunlar arasında, 19. yüzyıl Avrupa sömürgeciliğinden kalma “kaynak imparatorlukları”, sivil toplum, vakıflar ve üniversiteleri içeren devlet-dışı yönetişim aktörleri ve Birleşmiş Milletler gibi yaptırım gücü bulunmayan uluslararası kurumlar yer alıyordu. Ancak, açık ara en güçlü rakip, uluslararası “sermaye ağıydı”.

Bunu Clinton dönemine uyarlayacak olursak, Clinton’u, “proje-devletin cisimleşmiş hali”; Harvard profesörü Summers’ı devlet-dışı “yönetişimin” temsili ve Goldman Sachs yatırımcısı Rubin’i de “sermaye ağını” ören aktör olarak düşünebiliriz. Kendi devirlerinin gelmesini bekleyen ve Saddam Hüseyin’in petrol zengini Irak’ına göz diken yeni muhafazakârlar ise “kaynak imparatorluklarının” mirasını temsil ediyorlardı.

Proje-devlet ve rakipleri, çalışma mantığı ve çıkarlar konusunda ayrışsalar da varlıklarını sürdürmek için zorunlu olarak birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Proje-devlet, 1945 sonrası sosyal demokrasi modelinin ucuz petrolle sürdürülmesinde olduğu gibi, zaman zaman bir kaynak imparatorluğu mantığını benimser. Benzer şekilde, sermaye ağı kimi zaman yeni pazarlar yaratmak için devlete bağımlı durumdadır; ancak çoğunlukla devletlere kendi talepleri doğrultusunda ne yapmaları gerektiğini söyler. Örneğin, sermaye hareketliliğinin sağlanmasını talep eder. Öte yandan proje-devlet, bilgi ve uzmanlık için yönetişimden (devlet-dışı, sivil aktörlerden) yararlanırken, yönetişim de kaba kuvvet için proje-devletten ve hayırsever refah aktarımı için sermaye ağından yararlanır.

Görüldüğü üzere, bu rakipler bazen belirli bir gerilimin tarafları olsalar da genellikle birbirleriyle uyum içerisindedirler. Maier bu uyumu açıklamak için Montesquieu’ya atıfla “yasaların ruhu” ve oyunun ekonomik-politik kuralları üzerinde geniş “sosyo-politik uzlaşma” ifadelerini kullanıyor. Maier bu türden uzlaşı durumu için iki tarihsel döneme işaret ediyor: Birincisi, proje-devletin çeşitli biçimlerinin hüküm sürdüğü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki on yıllar ve neoliberalizmin yasaların ruhuna nüfuz ettiği 1980’den sonraki on yıllar. Bugün ise durum, değişken ve belirsiz. Ancak muhtemelen yeni bir ruh ortaya çıkacak.

Projeler Nereye Kayboldu?

Rakipler arasındaki çok yönlü ilişkiler göz önüne alındığında, Maier’in tarih anlatısı olağanüstü derecede iyi bir kavrayış sunuyor. Ayrıca, ağırlıklı olarak Avrupa ve ABD’ye odaklansa da küresel bir kapsama sahip.

Maier’in anlatısı 20. yüzyılın ilk yarısında, topyekûn savaşın ve ardından Büyük Buhran’ın proje-devleti canlandırmasıyla başlar. Soğuk Savaş’la birlikte çoğu akademisyen, devletleri rejim türleri bakımından liberal demokrasi, otoriter ya da totaliter şeklinde kategorize etmeye girişti. Ancak Maier, Roosevelt’in ABD’sini Hitler’in Almanya’sıyla aynı kefeye koymaktan duyduğu ahlaki rahatsızlığı itiraf etse de bu ayrımı görmezden geliyor.

Benimsediği bu yaklaşım Maier’in 20. yüzyıl boyunca çok sayıda proje-devletin nasıl yükselip gerilediğine dair bir harita çıkarmasını sağladı. Buna göre, faşizm İkinci Dünya Savaşı sırasında çökerken, sosyal demokrasi ve kalkınmacılık otuz yıl sonra, komünizm ise bundan on yıl sonra yok oldu. Bu tarihten sonra ise proje-devlet, eski halinin sadece bir yansıması olmuştur.

Peki, 1970’lerde “sosyal-demokrat proje-devlet” neden başarısız oldu? Dönemin şartları bu durumu açıklayabilir. Nitekim, eski kaynak imparatorluklarının mümkün kıldığı ucuz petrol dönemi OPEC kriziyle birlikte çöktü. Maier de bu klasik tarihsel anlatıyı takip ederek fiyat enflasyonunun sosyal demokrasiye yönelik inanç krizinin hem yansıması hem de itici gücü olduğunu gösterdi. Ancak kışkırtıcı bir şekilde, proje-devletlerin kendi başarılarının kurbanı olduğunu iddia etti.

Bazı proje-devletler dünya savaşlarını kazanmış olsalar da bunlar artık geçmişte kalmıştı, tıpkı temel kurumları oluşturulduktan sonra refah devletlerinin kurulması gibi. Aynı şey Brezilya ve Sovyet Rusya’daki sanayileşme ya da Küresel Güney’de yürütülen tarımda yeşil devrim gibi ulusal ekonomik kalkınma projeleri için de geçerliydi.

Tüm bunlar gerçekleştikten sonra ne olacaktı? Proje-devletler gelişmek için devasa projelere ihtiyaç duyar. Bir posta hizmetini verimli bir şekilde yürütmek, vergi toplamak veya ulusal diş sigortası programını yönetmek, bir proje-devletin meşruiyetini sürdürmesi için yeterli değildi. Bununla birlikte, bu meşruiyeti sürdürecek büyüklükte projeler de kaçınılmaz olarak sınırlıydı. Dolayısıyla, proje-devletlerin ihtiyaç duyduğu büyük enerji patlamaları ve geniş çaplı bağlılıklar çok geçmeden miadını doldurdu.

Sermayenin Zaferi

Yukarıda bahsedilen sebeplerden ötürü, 1980’lerden sonra proje-devlet geri planda kalırken devlet dışı yönetişim ve uluslararası sermaye ağı öne çıktı. Maier’in belirttiği üzere, enflasyon krizini çözen sermaye ağı hem devletleri hem de hane halklarını borçlandırarak yeni bir ekonomi-politik düzen yarattı.

Bu bağlamda, birincil kaldıraç para politikasıydı ve merkez bankaları demokratik siyasi arenanın ötesinde faaliyet gösteren uzman yönetişim kurumları olarak hizmet veriyordu. Bu noktada Maier, bazen devlet dışı yönetişimin (sivil toplumun) yalnızca ekonomik elitlerin çıkarlarına hizmet etmediğini öne sürerken, bazen de yönetişimin (sivil toplumun) sermayenin iş birlikçisi olduğunu kabul ediyor.

Her halükârda, sermaye 1990’ların sonunda zaferini ilan etmiş ve yasaların yeni neoliberal ruhunu pekiştirmiş oldu. Ancak, Maier’in de açıkça ortaya koyduğu gibi, savunucularının iddia ettiğinin aksine, neoliberalizm piyasa erişimini genişletme gayretinde değildi. Daha ziyade, emek ve sermaye arasındaki gelir dağılımını sermaye lehine değiştirmeyi amaçlıyordu. Söz konusu amaç için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Bu, kimi zaman deregülasyon ve devletin gerilemesini, kimi zaman da devlet gücünün kullanılmasını ve Harvard uzmanlarının telkinlerinin sağladığı meşruiyeti gerektiriyordu.

Sonuç olarak Maier, 1990’ların sonunda neoliberalizmin zaferinin aşikâr olduğunu ve bu yüzden Clinton’un ilerici sezgilerinin politikayı etkileme şansının hiç olmadığını iddia ediyor. Bu noktada, Lichtenstein ve Stein’ın çalışmaları da bu iddiayı destekliyor. Çalışma, sekiz yıllık görev süresi boyunca Clinton’un ilericiliğinin nasıl neoliberalizme dönüştüğünü detaylı bir şekilde gösteriyor.

Clinton iktidarı içerisinde, Rubin sermaye ağını temsil ederken Summers ise akademik meşruiyet sağlıyordu. Ancak daha önemlisi, tipik bir siyasetçi olan Clinton’un görkemli bir projesi yoktu. Nitekim, 1998 yılında yaptığı bir açıklamada itiraf niteliğinde “amacımız, yeniden ilerici bir güç olabilsin diye hükümeti kendi aşırılıklarından kurtarmaktır” diyordu. Bu da içinde bulunduğumuz dönemin proje-devlet için oldukça elverişli olduğunu gösteriyor.

Clinton’un sadık bir işçi sınıfı destekçisi olduğu söylenemez. Proje-devlet tarafından neredeyse hiç dokunulmamış ve küresel ölçekte neoliberal bir şirket olan Walmart’ın merkezi haline gelmiş yoksul bir bölgeden geliyordu. Görevdeyken, kendisi ve en “solcu” danışmanları bile işçi sınıfına karşı mesafeli durma eğilimindeydi. Clinton ilerici eğilimlere sahip olsa da en ilerici politikalar için ilerici bir seçmen kitlesi oluşturmayı reddetti.

Elbette, milenyumun başında Clinton’un başkanlığı büyük bir başarı gibi görünüyordu. Ne de olsa ABD’nin tüm ekonomik göstergeleri yükselmişti ve Amerikan kapitalizmi adeta rakipsiz hale gelmişti. Ancak Clinton sermaye ağını kendi haline bıraktığında bir şekilde ilerici amaçlara ulaşacağı “yanılsamasına” kapıldı.

Dolayısıyla, sistem daha 1990’ların sonunda çatırdamaya başlamıştı. Doğu Asya mali krizinin ardından Dünya Ticaret Örgütü’nün 1999’da Seattle’daki toplantısında büyük protestolar yaşandı. Ardından, 2008 mali krizi geldi. Obama yönetimi, küresel finans sistemini yeniden bir araya getirme konusunda etkili olsa da neoliberalizmin meşruiyet krizini çözmek o kadar kolay olmadı. Sonuç olarak halk, uzman sınıfın telkinlerine olan inancını kaybettikçe sermaye ağı savunmasız hale geldi.

Öyleyse bu, proje-devletin geri dönüşü için sahnenin hazır olduğu anlamına mı geliyor? Aslında pek de öyle sayılmaz. Zira, Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, eski Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro ve eski ABD Başkanı Donald Trump gibi günümüzün popülist otoriter liderleri, proje-devletin potansiyel gücünü kullanmaktansa siyasal çeteleşme ve yozlaşmayı kolaylaştırmak için geçici siyasi koalisyonlar oluşturma yoluna gitti. Öte yandan, Maier’in çalışması, proje-devletin tarihin çöplüğünden kurtulup kurtulamayacağı ve demokratik bir şekilde kamu yararı için yeniden canlandırılıp canlandırılamayacağı sorusunu ise cevapsız bırakıyor.

Yasaların Yeni Ruhuna Doğru

Maier’in ifadesiyle “özgürlük, eşitlik ve adaleti destekleyecek yeni bir yasaların ruhunu” oluşturabilir miyiz? Bu soruyu cevaplarken üç temel meseleyi göz önünde bulundurmak gerekiyor. Birincisi, tarih, proje-devletin en çok savaş zamanlarında geliştiğini gösteriyor. Bu bağlamda, Biden yönetiminin Clinton’ın “sanayi politikasını” yeniden hayata geçirmesinin Çin’le artan gerginlik dönemine denk gelmesi düşündürücüdür.

Bu durumda, aklı başında hiç kimse doğrudan savaş istemediğine göre, asıl önemli soru şudur: Açık bir askeri tehdit olmadan dönüştürücü ekonomik amaçlar için kamuoyu desteğini sağlamak mümkün mü? Bunun net bir cevabı yok. Amerikalı filozof William James’in bir asır önce belirttiği gibi, modernite “savaşın ahlaki karşılığını” bulma noktasında sorun yaşamaktadır. 

İkinci mesele, ABD’nin küresel hegemonyasının geleceğiyle ilgili. Lichtenstein ve Stein’ın kitabı, 1990’ların sonunda doların merkezileşmesiyle güçlenen ABD’nin yeni ekonomi mantığını anlamak için etkili bir çalışma. Geçmişteki pek çok “kaynak imparatorluğunun” aksine, 1980 sonrası ABD ekonomisi artık sermaye ve mal ihracatına dayanmıyordu. Bunun yerine ABD, büyük ölçekli küresel sermaye ithalatı ile finanse edilen ticaret açığını tercih etti.

Bu şartlar altında, serbest küresel sermaye hareketliliğini dikkate alacak olursak proje-devletin geri dönme şansı olduğu kanaatinde değilim. Bu konuda, Clinton “sermayenin taleplerini bastırmak için uluslararası yönetişim çözümleri gerekiyor” derken haklıydı. Ancak günümüzde bu tür çözümler son derece sınırlı.

Üçüncü ve son mesele ise neoliberalizmin başından beri neyi amaçladığıyla ilgili. Bu amaç, emek ve sermaye arasındaki gelir dağılımı dengesini sermaye lehine çevirmekti. Bu noktada Maier, 1980’den sonra “gelir dağılımının yeniden değerlendirilmesi konusunda yeterince ısrarcı olmadığı” için “işçi hareketine” sert eleştiriler yöneltiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, oyunun kuralları on yıllardır işçi hareketinin aleyhine işliyor. Dolayısıyla, işçi hareketi bir zamanlar kendine özgü bir projeydi. Ancak tüm projeler gibi, bazı kayda değer başarılar elde ettikten sonra etkinliğini kaybetti.

2023 yılında, ekonomik-politik sonuçların yapısal belirleyicileri bir kez daha değişiyor. Görünüşe göre, bu değişim iyi yönde ilerliyor. Clinton ve diğer “üçüncü yol” siyasetçilerinin bıraktığı ekonomiler, enflasyonla yönlendirilmiş ve borçla desteklenmişti. Bu ekonomilerde gerçekleşen kazançlar büyük ölçüde servet sahiplerine giderken bunların maaşlara etkisi yok denecek kadar az oldu. Sonuç olarak, ekonomiler sadece zengin bir elit çevreyi değil, sıradan insanları güçlendirdiğinde yasaların yeni bir ruhu olabilir.


Bu yazı, Project Syndicate’de, “The Evolution of Modern Political Power” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında kısaltma ve editoryal düzenleme yapılmıştır.

JONATHAN IRA LEVY

Chicago Üniversitesi'nde iktisat tarihi profesörüdür.