×
ABD
16.05.2024

ANALİZ

Amerikan Üniversitelerinde Yönetim ve İfade Özgürlüğü

Amerikan’ın seçkin üniversiteleri artık finansal olarak şişkin, toplumsal olarak kayıtsız ve insani olarak liberallikten uzak vaziyette. Rekabet üstünlüğünü sürdürebilmesi için "Ivy League"in çok yönlü değişime gitmesi gerekiyor.
BİR SÜREDİR Amerika’nın seçkin üniversiteleri arasında yönetimlerinde kimin olduğu ve nasıl yönetildikleri hususunda bir mücadele sürmekte. Bu mücadele hem bu üniversiteler hem de ülke için kalıcı sonuçlar doğuracak şekilde şiddetlenmeye devam ediyor. Harvard, antisemitizmle ilgili bir kongre soruşturmasıyla; Columbia ise Yahudilere yönelik "sosyal ayrımcılık" iddialarıyla açılan bir davayla karşı karşıya. En iyi üniversiteler, meritokraside yıllarca geriledikten sonra, teste dayalı titiz kabul politikalarını yeniden uygulamaya koymaları yönünde giderek artan bir baskı altında. Muhtemelen bu gösterişli kurumların faydalandığı vergi muafiyetleri, yakında daha geniş çaplı bir tetkike tabi tutulacak. Bütün bunların ardında, büyük bir soru yatıyor: Nakit sıkıntısı çeken ve karar alma mekanizmaları zedelenen Amerikan üniversiteleri, rekabet üstünlüğünü koruyabilecek mi?

Tüm bu kargaşanın kökeni, Hamas’ın 7 Ekim’de düzenlediği saldırı sonrasında, [İsrail’in Gazze Şeridi’nde binlercesi çocuk ve kadın olmak üzere, en az 35.000 Filistinlinin öldürüldüğü saldırılara karşılık] kampüste verilen tepkilere dayanıyor. Bu tepkiler, aralık ayında, adından söz ettiren bir kongre oturumuna bile neden oldu. Bu kongrede, siyaset adamları, üç üniversite rektörünü "antisemitizmi engelleyememek"le suçladı. Pennsylvania Üniversitesi’nin o zamanki rektörü Elizabeth Magill, birkaç gün sonra görevinden istifa etti. Harvard’ın eski rektörü Claudine Gay ise kampüsteki antisemitizm ve iddiaları nedeniyle ocak ayında görevinden istifa etti.

Hem Harvard hem de diğer seçkin üniversitelerdeki pek çok akademisyen, bu tür tartışmaları aşırı sağcı Cumhuriyetçilerin ve onları destekleyen ayak takımının kışkırttığı konusunda ısrarcı. Nitekim akademik seçkin sınıfa karşı bir düşmanlık uyandırmak Cumhuriyetçilere siyasi bir avantaj kazandırabilir. Ancak Cumhuriyetçiler, seçkin üniversitelerin -özellikle de Ivy League'dekilerin- birkaç yıldır sıradan Amerikalılardan koptuğunu; üstüne üstlük kendi akademik ve meritokratik değerlerinden uzaklaştığını da belirtiyor.

Teoride, bu zorluklar, Amerika’da kaliteli bir eğitimin önündeki kusurları düzeltmeye yönelik çabaları teşvik ediyor gibi gözükebilir, fakat diğer yandan, söz konusu kusurları daha da derinleştirebilir. Princeton hukukçularından ve bir filozof olan Robert George, bir uyarıda bulunuyor: “Amerika’nın büyük üniversiteleri halkın güvenini yitiriyor. Hata, elbette halkın değil."

Ivy'deki ve diğer seçkin üniversitelerin içinde bulundukları karmaşayı anlamak için öncelikle bu üniversitelerin son yıllarda diğerlerinden nasıl uzaklaştığını düşünmek gerekiyor. Seçkin Amerikan üniversitelerinin yüzlerce yıllık prestijli bir geçmişi olmasına rağmen, modern zenginliklerinin çoğu, daha yakın geçmişte başlayan bir atılım sürecine dayanıyor. Stanford ekonomistlerinden Caroline Hoxby’nin araştırmasına göre, 1960’larda Amerika’nın en seçici ve en az seçici olan üniversitelerinin kaynakları arasında yalnızca küçük bir fark vardı. 2000’li yılların sonları itibarıyla ise aradaki fark, bir uçuruma dönüşmüş durumda.

Bu, kısmen seçkin üniversitelerin daha zeki öğrencileri kabul etmesine olanak sağlayan değişiklikler nedeniyle gerçekleşti. Uçak biletlerinin ve telefon faturalarının maliyetinin düşmesi, mezun öğrencileri, evlerinden uzaktaki gösterişli üniversitelere başvurma konusunda giderek daha da istekli hâle getirdi. Dünyanın dört bir yanından zeki gençler, bu üniversitelere katıldı. Aynı zamanda standart test modellerinin yaygınlaşması, üniversitelerin çok uzaklardan gelen parlak öğrencileri tespit etmesini de kolaylaştırdı.

Geçmişten Dersler

Profesör Hoxby'nin değerlendirmesine göre, daha zeki ve hırslı olan bu öğrenciler, birinci sınıf akademisyenlere ve üniversitelere daha fazla değer veriyor, bunlar için ödeme yapmaya da daha istekli oluyorlardı. Mezuniyetlerinin ardından daha büyük başarılara imza attılar ki bu da seçkin üniversitelerin mezunlardan alabileceği bağış miktarının artmaya başladığı anlamına geliyordu.

Bağışları yönetmek için geliştirilen yeni yöntemler de seçkin Amerikan üniversitelerini iyice güçlendirdi. Michigan Üniversitesi’nden Brendan Cantwell, en iyi üniversitelerin birikimlerini, yıllarca çok dikkatli bir şekilde yönettiklerini belirtiyor. Fakat 1980’lere gelindiğinde, en zengin üniversiteler emtia ve mülk de dâhil olmak üzere daha riskli varlıklara yönelmeye başladı ve bu noktada kayda değer başarı da elde etti. Bu üniversiteler, risk almaya hem daha istekli hem de daha yetenekliydi. Ayrıca getirilerinin daha büyük bir kısmını, başka bir yatırımda değerlendirme imkânına da sahipti.

Tüm bunlar, Amerika'nın en seçkin üniversiteleri ile diğerleri arasında bir uçurum yarattı. Yalnızca yirmi üniversite, Amerikan kurumlarının topladığı 800 milyar dolarlık bağışın yarısına sahip olmaya başladı. En seçici olanlar, kendilerinden okul harcı olarak ödemeleri talep edilen miktardan çok daha fazla parayı öğrencilerine saçmayı göze alabiliyor. Bu da onları daha cazip kılıyor. En iyi on üniversitedeki kabul oranları, yirmi yıl öncesine kıyasla üçte bir oranında. Diğer üniversitelerin çoğunda oranlar değişmedi bile. Son zamanlarda, en prestijli üniversitelerin bilgisayar bilimleri gibi talep gören bölümlerinden mezun olanların kariyerlerine başladıkları maaş, diğer üniversitelerdekilere kıyasla daha hızlı yükseldi. Arizona Üniversitesi’nden Craig Calhoun, Amerika’daki yükseköğretim sisteminin “basamakları gitgide birbirinden uzaklaşan bir merdiven hâline dönüştüğünü” belirtiyor.

Tüm başarılarına rağmen, Amerika’nın en iyi kurumları, son zamanlarda fırtınaya tutuluyor. Yaşanan zorlukların bir kısmı, yurt dışından kaynaklı elbet. Hâlâ çoğu uluslararası derecelendirme listelerinin en üst sıralarında yer alsa da Amerikan üniversitelerinin bu konumları giderek sarsılıyor. İngiliz dergisi Times Higher Education, her yıl 30.000'den fazla akademisyene, kendi alanında en iyi çalışmaları ürettiğine inandıkları üniversitelerin isimlerini soruyor. Buna göre, Amerikan üniversitelerini söyleme oranları giderek azalıyor ve buna karşılık, Çin üniversitelerini işaret etme olasılıkları da giderek artıyor. 

Matematik, bilgisayar, mühendislik ve fizik gibi disiplinlerde yürütülen araştırmalar, özellikle rekabetçi bir hâl alıyor. Hollanda’daki Leiden Üniversitesi tarafından oluşturulan ve üniversiteleri, yalnızca ürettikleri makalelerin etkisine göre puanlayan sıralamalar, bu konularda artık Çin üniversitelerini ilk sıraya yerleştiriyor. Oxford Üniversitesi'nden Simon Marginson: "Aradaki fark, beş ya da on yıl önceye kıyasla oldukça şaşırtıcı!" diyor. Marginson'a göre sorun, Amerikan kalitesinin zayıflaması değil; rakiplerin ürettiği kalitenin yükselmesi. 

Dünyadaki en zeki öğrencileri ve akademisyenleri kendine çekme rekabeti giderek kızışıyor. Yirmi yıl önce Amerika, İngilizce konuşulan ülkelerde okuyan yabancıların %60’ını kendine çekerken bu oran, şimdilerde yaklaşık %40’a kadar geriledi. Öğrencilere yardımcı olan bir aracı ajansı yöneten Tomer Rothschild, Donald Trump’ın seçildiği dönemden itibaren, bir zamanlar gözleri sadece Amerika’nın en iyi üniversitelerinde olan üstün başarıya sahip Çinli öğrencilerin artık Singapur ve Birleşik Krallık gibi yerlerdeki üniversite başvurularına ek olarak ABD'dekilere “yedek” başvurular göndermeye başladığını dile getiriyor.

Yurt dışı kaynaklı zorluklar arttıkça Amerika’nın seçkin üniversiteleri de ülke içerisindeki desteklerini israf ediyor. Özellikle iki eğilim, şehir-üniversite uçurumunu genişletiyor. Bunlardan ilki, üniversitelerin istihdam ettiği yönetici ve diğer akademi dışı personel sayısında on yıllardır yaşanan artış. Bir düşünce kuruluşu olan Progressive Policy Institute’tan Paul Weinstein tarafınca hazırlanan bir rapora göre, Amerika’nın en iyi 50 üniversitesinde, hâlihazırda akademisyenlerin üç katı kadar idari ve uzman personel bulunuyor. Söz konusu artışın bir kısmı, genişleyen hükûmet düzenlemelerinin yarattığı ek iş yükü gibi gerçek ihtiyaçlara cevap verirken birçoğu külfet gibi. Bu ek işler, araştırmacıları bürokrasiye boğuyor ve ücretleri de şüphesiz şişiriyor. Mesela, Harvard’a gitmenin toplam maliyeti (bir lisans öğrencisi için şu anda yıllık yaklaşık 80.000 dolar) yirmi yılda, reel olarak %27 kadar yükseldi.

İkinci eğilim ise muhafazakâr kesimin akademiden giderek uzaklaşmasıdır. UCLA araştırmacıları tarafından yapılan anketler, kendilerini siyasi açıdan sol cenahta konumlandıran akademisyen oranının 1990’da %40’ken 2017’de %60’a kadar yükseldiğini gösteriyor. Kaldı ki bu dönemde, halkın siyasi görüşü neredeyse hiç değişmedi. Bu oranlar, en seçkin Amerikan üniversitelerinde çok daha çarpık düzeyde. Harvard'ın öğrenci gazetesi Crimson tarafından geçen mayıs ayında yapılan bir anket, üniversitedeki akademisyenlerin %3’ünden daha azının kendilerini muhafazakâr olarak; %75’inin ise liberal olarak tanımladığını ortaya koydu. 

Peki, bunun sebebi ne? Bir görüşe göre, aslında akademisyenlerin fikirleri o kadar da değişmedi; bunun yerine Cumhuriyetçiler, sağa kayarak onları terk etmiş oldu. Ancak muhafazakârlar, sağ görüşlü parlak bireylerin -kısmen sol görüşlü meslektaşlarının onları işe almayı ve terfi ettirmeyi reddetmesi nedeniyle- meslekten ayrılmayı veya uzak durmayı tercih ettiklerinde ısrarcı. Bu konu, prestijli üniversitelerin erişim ve ifade özgürlüğü noktasındaki mücadelelerde Amerikan halkıyla neden sık sık anlaşmazlık içerisine düştüklerini açıklamaya da yardımcı oluyor.

Erişim meselesiyle başlayalım: Seçkin üniversiteler, çoğu Amerikalının kabul sürecinde notları biraz daha düşük olan siyah, Hispanik ve Kızılderili öğrencilere avantaj sağlamanın pek de adil olmadığına karar vermesinden çok sonra, pozitif ayrımcılığa sarıldı. Uygulamaya karşı çıkan akademisyenler, (örneğin, bazı gençlerin yeterince hazırlanmadıkları derslere yönlendirildiğini öne sürerek) öğrencileri ve meslektaşları tarafından "bağnaz" olmakla eleştirildi.

Kapı Çalıyor

Teoride, Yüksek Mahkeme’nin geçen yılki ırk ayrımcılığını yasaklayan kararı, üst sınıf üniversiteleri, mezunların çocuklarını kayırmak gibi daha da rahatsız edici kabul uygulamalarını ortadan kaldırmaya teşvik etmeliydi. Ama bunun aksine, birçok üniversite, kabul kriterlerini şeffaflıktan uzaklaştırarak üniversitelerin meritokratik iddialarına potansiyel olarak daha fazla zarar verdi. Pandemi başlangıcında, çoğu üniversite, başvuru sahiplerinin standart testlerden aldıkları puanları talep etmeyi bıraktı. Artık değerlendirilmesi zor ölçütler, daha fazla ağırlık taşıyor; örneğin, kişisel beyanların niteliği gibi. Bu durum, bazı kurumlar için pek de tatmin edici olmadı. Mesela geçtiğimiz haftalarda Dartmouth ve Yale, başvuru sahiplerinden bir kez daha standart test puanları talep edeceklerini duyurdu. Böylece bu iki kurum, bunu uygulamaya geçiren Ivy'deki ilk üniversiteler oldu.

İfade özgürlüğüne gelelim. Seçkin üniversiteler, kendilerinin hoşuna gitmeyen görüşlere karşı endişe verici derecede hoşgörüsüz olan genç nesli idare etmede başarılı olamadı. Bir sivil toplum kuruluşu olan The Foundation for Individual Rights and Expression (FIRE), Amerika’nın en tanınmış kampüslerindeki ifade özgürlüğünü derecelendiriyor. Kuruluş, geçen yıl, Ivy League'ten iki üniversiteyi (Harvard ve Pennsylvania) bu konuda en kötü performans gösteren beş üniversite arasında konumlandırırken Harvard da son sırada yer aldı. Bu beş üniversitedeki öğrencilerin yarısından fazlası, ihtilaflı bir şahsın konuşmasına katılan arkadaşlarını engellemenin bazı zamanlar kabul edilebilir olduğuna inanıyor. Ayrıca sadece %70’i, birinin konuşmasını engellemek için şiddet kullanmanın “hiçbir şartta kabul edilemez” olduğunu düşünüyor.

Üniversiteler, yalnızca öğrenciler arasında dar görüşlülüğe müsaade etmekle değil, bunun önüne geçmemekle de suçlanıyor. Bir görüşe göre, seçkin üniversiteler, öğrencileri daha fazla çalıştırdıkça öğrencilerin de kampüsteki ifade özgürlüğü noktasında mücadele etmek için yeterli zamanı ve enerjisi kalmayacak. Muhafazakâr bir düşünce kuruluşu olan American Enterprise Institute’ten Rick Hess, 1960’lar ile 2000’lerin ilk yılları arasında, ortalama bir Amerikalı öğrencinin ders çalışmak için bir haftada ayırdığı saatin yaklaşık üçte bir oranında azaldığını söylüyor. Yine de öğrencilerin aldıkları notlar pek düşmüş gibi değil. Yale’de “A” olarak girilen tüm notların oranı, 2010’da %67 iken 2022’de %80’lere; Harvard’da ise %60’tan %79’a yükselmiş durumda.

Üniversitelerdeki “Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık” (ÇEK) düşüncesini teşvik etmeye adanmış idari ekipler, daha sık suçlanıyor. Her türden yöneticinin sayısı arttıkça onlar da giderek genişledi. Bu ekipler, kampüsteki herkesin kibar ve arkadaş canlısı olmasını temin etmekle ilgilense de güçlü bir tartışma ortamını savunarak elde edecekleri pek bir şey yok. Harvard psikologlarından ve aynı zamanda akademik özgürlüğü savunmaya kendini adamış bir grubun üyesi olan Steven Pinker, teoride dekanların altında çalıştıklarını; pratikte ise yatay bir şekilde üniversiteden üniversiteye hareket ettiklerini ve tamamen kendilerine ait bir kültür geliştirdiklerini ifade ediyor. ÇEK birimlerini eleştirenler, kampüslerin sıradan “woke” ideolojilerle doldurulmasında bu birimlerin payı olduğu konusunda ısrarcı. Bu da karmaşık meselelerin basite indirgenmiş mücadeleler olarak algılanmasına neden oluyor.

Üniversiteler, daha etkin bir şekilde yönetilseydi tüm bu sorunlar daha iyi bir şekilde çözülebilirdi. Rektörler ve altlarındaki dekanlar; aktivist öğrenciler ve idareciler tarafından çoğu zaman korkutulmuş görünüyor ve dolayısıyla popüler olmayan görüşleri sebebiyle zorbalığa uğrayan akademisyenleri savunma noktasında da pek istekli değiller. Akademik özgürlük için kampanya yürüten FIRE'ye göre, 2014 ile 2023 yılları arasında, akademisyenlerin söylediği sözlerden dolayı görevden alınmaları veya cezalandırılmaları için en az 1.000 girişimde bulunulduğu görülüyor. Bunların da beşte biri, insanların işini kaybetmesiyle sonuçlandı.

Sözün Bittiği Yer

Kampüslerde hangi tür konuşmalara tahammül edileceği, hangilerine tahammül edilmeyeceği hususunda yıllardır süregelen belirsizlik, üniversite yönetimlerinin Filistinlileri destekleyen öğrencilerle İsrail’i destekleyen öğrenciler arasında patlak veren gerilimlere hakemlik etmesini zorlaştırdı. İfade özgürlüğü için her zaman kararlılık gösteremeyen rektörler de artık kendilerini, her siyasi görüşün sansür memurlarınca kuşatılmış buluyor. 

Özellikle üniversite kurulları zayıf görünüyor. Kurumlarının zenginliği ve şöhreti hızla artarken bile daha profesyonel ve etkili hâle gelemediler. Birçoğu haddinden fazla kalabalık. Özel üniversitelerin genellikle en az 30 mütevellisi var; hatta birkaçının 50 veya daha çok. Bu büyüklükteki bir kurulu, odaklanmış stratejik tartışmalara ikna etmek kolay değil elbette. Ayrıca bu kalabalık yapı, kurumun başarısında, her mütevellinin kendini ne kadar sorumlu hissettiğini de sınırlıyor.

Dahası, mütevelli heyetindeki koltuklar, genellikle uygun yönetimi sunmak için gereken zaman ve bağlılığa sahip kişilere değil; bağış yapan kişilere bir ödül olarak dağıtılıyor. Üniversiteler, genellikle akademi dışından, işe yarar deneyimi olan kişileri kendine çekmeyi başarır. Ne var ki pek çok mütevelli, suya sabuna dokunmamayı tercih ediyor. Bazıları ise sundukları hizmetin üniversite kabullerinde çocuklarına ya da torunlarına güçlü bir ayrıcalık sunacağını düşünüyor. Yönetim reformu için lobi faaliyetleri yürüten Amerikan Mütevelli ve Mezunlar Konseyi’nden Michael Poliakoff, birçok mütevellinin işlerini “amigoluk yapmak, çek yazmak ve futbol maçlarına gitmek”ten öte görmediğini söylüyor. Pek çok özel üniversitede yeni mütevellilerin atanma şekli, hâlihazırdaki mütevellilere ya da üniversite yönetimine yaranmaktan geçiyor. Dışarıdan gelen adaylar ise seçilebilmek için mücadele veriyor.

İşin sonu nereye varacak? Kampüslerdeki antisemitizme dair haberler, Cumhuriyetçileri ve Demokratları harekete geçirdi. Aralık ayında, Kongre’deki iki siyasi cenahın üyelerinden oluşan bir grup, kısa süreli, diploma gerektirmeyen kurslara yönelik finansmanı artırmayı amaçlayan bir yasa tasarısına yeni bir ifade ilave etti. Bunun için ultra zengin üniversitelerdeki öğrencilerin federal öğrenci kredisi almasının önüne geçerek nakit para bulmayı önerdi. Yoksul öğrenciler için yeni engeller çıkaracağı endişesiyle şubat ayında bu fikirden vazgeçildi. Fakat sonra, söz konusu fikrin yerine yeni bir öneri sunuldu. Buna göre, federal kredilerin geri ödenmemesi durumunda varlıklı üniversitelerin, hükûmetin kayıplarını karşılayarak yönetimin “riskini paylaşması” gerekiyor. Üniversiteler, bu tür planlamaların dile getirilmesine karşı uzun süredir direniyordu.

Seçkin üniversitelere sunulan vergi muafiyetleri de başka bir olası hedef. Siyasetçiler, yıllardır bu üniversiteleri, muazzam bağışları “istiflemekle”, okul fiyatlarını yükseltmekle ve araştırma için devletten para kaçırmakla suçluyor. Bir sivil toplum kuruluşu olan Open the Book’a göre, en iyi on üniversite 2018-2022 yılları arasında federal araştırma hibelerinden ve sözleşmelerinden yaklaşık 33 milyar dolar alırken bağışlar, aynı dönemde yaklaşık 65 milyar dolar kadar artış gösterdi. 2017'ye kadar üniversiteler, bunlardan elde edilen gelirler için herhangi bir vergi de ödemiyordu. Daha sonra Trump, yıllık %1.4’lük bir vergi ile ultra zenginleri hedef aldı. Ayrıca yeniden seçilmesi durumunda zenginlerden bir lokma daha alacağını ima etmekten de geri durmadı.

Cumhuriyetçi bir yönetim, en azından, federal eğitim bakanlığında istihdam edilen sivil hak gözlemcileri gibi düzenleyicileri çok daha keskin bir şekilde kullanacaktır. Örneğin, kabul kuralları veya ÇEK ekiplerinin çalışmaları hakkında daha fazla soruşturma başlatmaları teşvik edilebilir. Cumhuriyetçiler, üzerinde çok daha fazla kontrole sahip oldukları devlet üniversitelerinin işleyişine zaten gayretli bir şekilde müdahil olmuş durumdalar. Florida Üniversitesi, 1 Mart’ta, yeni bir eyalet yasasına uymak için tüm ÇEK ekiplerinden kurtulduğunu bildirdi. Eyaletin Cumhuriyetçi valisi Ron DeSantis tarafından bir yıl önce imzalanan söz konusu yasa, devlet bütçesinin bu tür şeylere harcanmasını engelliyor.

Üniversitelerin kendi kendilerini düzeltmesi daha iyi olacak. Daha küçük, daha demokratik yollarla seçilmiş kurullar daha iyi bir yönetim sunacak. Daha meritokratik kabul süreçleri, üniversitelerin itibarını artıracak. FIRE’dan Greg Lukianoff, kampüslerin “asıl işi konuşmayı kontrol etmek olan” bürokratlardan arındırılmasını istiyor. Üniversitelerin özgür ve açık tartışmanın önemini vurgulayan programlara yatırım yapması gerektiğini savunan Chicago Üniversitesi’nden Tom Ginsburg, tam olarak bunu gerçekleştirmek için tasarlanmış bir forumu yönetiyor. Onun ifadesiyle: “Fikirleriniz, sıkı bir incelemeye tabi tutulmadan 'iyi' birer fikir olamaz.”

Reformcular, siyasi merkezde ve sağda konumlanmış daha fazla insanın akademide kariyer yapmasını istiyor. Hiç kimse, bunun hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini düşünmüyor tabii. Fakat Columbia Üniversitesi’nde akademik özgürlüğü teşvik etmeyi amaçlayan bir grubu yöneten Jim Applegate’e göre, üniversite sahipleri, hâlihazırda bünyelerinde çalışan alışılmışın dışında düşünenleri savunacaklarını açıkça belirterek yola koyulabilirler. Ayrıca bölümleri, iş başvurusunda bulunanları, ÇEK yaklaşımlarını özetleyen beyanlar sunmaya zorlamaktan da vazgeçirebilirler. Birkaç yıl önce yapılan bir araştırma, bunun tüm üniversitedeki işlerin beşte biri ve seçkin üniversitelerin %30’dan fazlası için bir koşul olduğunu öne sürdü. Son zamanlarda, bu gibi uygulamalar, yetenekli adayları tespit etmenin dürüst yolları olmaktan ziyade ideolojik testlerden öte bir şey gibi görünmüyor.

Üniversitelerde son dönemde yaşanan süreç, üniversitelerin reform yapması için gereken ivmeyi yaratabilir. Ancak daha az iyimser bir senaryo da mevcut. Yaşanan gerginlikten kaçınmak isteyen üniversite yöneticileri, öğrenci ve akademisyenlerinin söylediklerine karşı daha dikkatli olmayı seçebilir. Kampüs ortamında konuşma ile ilgili daha sıkı kurallar, kısa vadede sözlü saldırıların yönünü değiştirebilir. Fakat bu durum, uzun vadede, Amerikan üniversitelerindeki öğretimin ve araştırmanın kalitesini düşürecektir. Princeton’dan Profesör George’a göre: “Bir dönüm noktasındayız ve değişim, her iki şekilde de gerçekleşebilir.”


Bu yazı, The Economist’te, “America’s elite universities are bloated, complacent and illiberal” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviri yapılırken yazının belirli kısımlarında editoryal düzenleme yapılmıştır.