×
ÇİN

ANALİZ

Çin'de Devlet Yönetimi ve Zorlukları: Dün, Bugün -I

Çin Halk Cumhuriyeti, siyasi kavrayışını Batı'dan ilham alan bir Komünist Parti hareketi tarafından kuruldu. Bu siyasi kavrayış etrafında Çin Komünist Partisi, Çin’in çöküşünün köken olarak eski Konfüçyüsçü düşünceye dayandığına inanıyordu.
BAŞKAN Xi Jinping, 2012’deki Parti Kongresi'nde iktidara geldiğinde, Çin devlet yapısına yönelik ciddi ve sistemik zorluklarla, meydan okumalarla yüzleşmek zorunda kaldı. Basitçe söylemek gerekirse, bu zorluklar “yolsuzluk” kavramıyla özetleniyordu. Ancak durum yolsuzluktan çok daha fazlasıydı. Asıl mesele, uzun süredir var olan sorunların yıllarca iltihaplanmasının ardından devletin karar alma sürecinin tamamen tıkanmasıydı.

Kararları kimin, nasıl ve hangi süreçte aldığı belirsizdi. Çin devleti, ülkeyi bozabilecek ve dolayısıyla yurtdışında da önemli sorunlar yaratabilecek benzeri görülmemiş çatlaklarla karşı karşıyaydı.

Bu açmaz, eski liderlerin kötü hisleri veya kötü yargıları dolayısıyla oluşmadı. Aksine bu açmaz, Çin’in eski devlet yapılarının üstesinden gelemeyeceği yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasından kaynaklanıyordu.

1949'da Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) kurulduğunda, yeni ülke uzun tarihinde benzeri görülmemiş sorunlarla karşı karşıyaydı.

Dış müdahale (1648'de Mançu Hanedanlığı iktidarı) veya "halk devrimleri" (1368 Ming Hanedanlığı iktidarı) yoluyla kurulan hanedan iktidarlarının aksine ÇHC, feodal hanedan geçmişini tazelemek ve yeniden canlandırmak istemedi. Bu yeni cumhuriyetin, Çin devletinin son 20 yüzyıl boyunca kendisini tekrar tekrar kurmasını sağlayan araçlardan vazgeçmesi anlamına geliyordu.

Çin Halk Cumhuriyeti, siyasi tasavvurunu Batı'dan ilham alan bir Komünist Parti hareketi tarafından kuruldu. Bu siyasi tasavvur etrafında Çin Komünist Partisi, Çin’in çöküşünün köken olarak eski Konfüçyüsçü düşünceye dayandığına inanıyordu. Geçmiş hanedanların düşüşü, emperyal düşünce ve emperyal devlet yönetiminden kaynaklanıyordu. Bu nedenle, yeni devletin farklı kurallara dayanması gerekiyordu. Ne var ki bu yeni kurallar hazır değildi. Muhtemelen Çin benzer bir durumu daha önce hiç yaşamamıştı.

Budizm, Batı etkisi mi?

Milattan sonra üçüncü yüzyılda Çin, yüz yıllarca süren ve nüfusun çoğunu yok eden iç savaşlarla parçalandı. Ülkede büyük kan dökülürken, Çin benzeri görülmemiş bir kültürel ve entelektüel devrim yaşadı. Çin Budizm’le tanıştı. Budizm Çin'e Hindistan'dan geldi ve Çin'in dünya hakkındaki düşünce tarzını kökten değiştirdi. Yaklaşık beş yüzyıllık kargaşa ve çekişmeden, belirsiz bir güç dengesinden sonra, Tang hanedanlığı altında üniter bir Çin yeniden kuruldu. İmparatorluk eskisinden çok farklıydı.

Benzer bir siyasi ve kültürel şok, iç savaş, Japon işgali ve Halk Cumhuriyeti'nin kuruluşu aracılığıyla Qing imparatorluğunun son anlarında Çin'i kasıp kavurdu. Çin yeni bir kimlik, yeni bir düşünce tarzı ve kendini yönetmenin yeni bir yolunu arıyordu.

ÇHC, "Çin özelliklerine" atıfta bulunarak kendine özgü doğasının altını çizdi. Bu Çin özellikleri, Çin Komünist Partisini (ÇKP), dünya üzerindeki diğer komünist parti olan Rusya Komünist Partisinden ayıracaktı. Dahası Çin Halk Cumhuriyeti’nin SSCB'den ve onun yönetilme şeklinden oldukça farklı olacağını iddia edecekti.

ÇHC'nin ilk on yılında, Sovyetlerin etkisi Çin'de çok güçlüydü. Yine de, yaklaşık on yıldan daha kısa bir süre sonra, ÇHC Sovyet etkisini üzerinden atmaya başladı. Yeni cumhuriyet, Moskova'nın, Batı örneğinin ve Çin'in feodal geçmişinin olmadığı farklı bir yönde ilerlemeye çalıştı. Bu, yalnızca zamanın “liderlerinin bilgeliği” ve pratik anlayışının devlet yönetimini ve karar alma sürecini ilerletmeye çalıştığı, keşfedilmemiş, belirsiz bir dünyada yürümek gibiydi.

Yerleşik referans noktalarının olmadığı bir ortamda, Çin devleti kısa süre sonra, ülke genelinde izlenecek açıklamalar yayınlayarak toplumu yöneten Mao Zedong'a endekslenmiş karmaşık bir karar verme sürecinin içine gömüldü.

Cumhuriyetle birlikte inşa edilen yeni devlet yapısı, bu yönetim anlayışı ve Parti liderlerinin sistematik olarak cezalandırılması ve yeniden eğitilmesiyle fiilen yok edildi. 

1976'da Mao iktidarı sona erdiğinde, Parti ve ülke darmadağındı; nasıl ilerleyecekleri de belli değildi. Herkes hayal kırıklığına uğramıştı; artık hiç kimse Partiye inanmıyordu. Neyse ki, o zamanlar Çin ağır bir dış baskı altında değildi. Mao yönetiminin sona ermesi insanlarda yeni bir umut yarattı.

Sonraki yıllarda ülke ilerlemeyi başardı. İlerleme yolunda en büyük adım, Deng Xiaoping'in reform ve dışa açılma politikasıydı. Bu politika, ulus için ekonomik bir ilham, toplum için gerçek bir dinamizm kaynağıydı. Halkı gelecek için motive etti ve aynı zamanda ülkeyi bir arada tuttu. Çünkü bütün Çin halkı, yarın daha iyiye gidebileceklerini hissettiler.

Öte yandan, bir yönetim sistemi olarak Deng Xiaoping ve yoldaşları, Mao'nun otokratik kişisel yönetiminin yerine yeni bir düzen kurmak üzere siyaset tarzını değiştirdiler. Eski parti üyeleri, yönetime çağrıldı. Bu üyeler Deng’le bir anlaşma yaptılar. Ülkede önemli kararlar, Deng ve bu eski parti üyeleri tarafından konsensüsle alınacaktı. Ancak bu yeni yönetim biçiminde Deng, eski parti üyelerine göre üst konumda olacaktı. Bu yöntem, partinin gücünü, devletin gücünü ve ordunun gücünü (yetkiler arasında net sınırlar olmaksızın) böldü. Bu da ülkede yönetimle ilgili bir miktar kafa karışıklığı yarattı.

Batı ülkelerinde de güç farklı aktörler arasında dağıtılır, ancak her birinin güçlü yanları konusunda bazı sınırlar vardır. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde Merkez Bankası para arzına müdahale edebilir, ancak başkan müdahale edemez. Bazı gri alanlar vardır, ancak biri bunlara adım atarsa, bunları net ve oldukça hızlı bir şekilde çözmek için bir dizi kurum ve prosedür devreye girer.

Sonuç itibariyle Deng döneminde ülkede güç tanımlarının sınırları belirsizdi. Bu belirsizlik, yönetimden topluma kafa karıştırıcı ve çelişkili emirlerin geldiği 1989'daki duruma katkıda bulundu. İnsanlar neye itaat edeceklerini bilmiyorlardı ve beğendiklerini takip etmeyi seçtiler.

Bu dönem aynı zamanda toplumda farklı fikirlerin yükseldiği ve merkezi hükümetin bunlara nasıl cevap vermesi gerektiğininse belirsiz olduğu bir dönemdi. 1970'lerin sonlarından belki 1990'ların başına kadar, dördüncü modernleşmeden, demokrasiden söz ediliyordu. 1990'ların sonlarına kadar, Parti içinde, hukukun üstünlüğünün her şeyden üstün olması gerektiğini, bu ilkenin Parti tarafından da takip edilmesi gerektiğini, hasılı Partinin hukukun üstünde değil, hukuka tabi olması gerektiğini savunan güçlü sesler vardı. Bu güçlü ses, Ulusal Halk Kongresi başkanı ve Merkez Parti Okulu başkanı Qiao Shi tarafından destekleniyordu. 

Demokrasi değil, kafa karışıklığı

Bu dürtüler ve üst düzey liderlikte net sınırların bulunmayışından kaynaklanan kafa karışıklığı, ülkede 1989'dan sonra gücün tek adamda, Jiang Zemin'de yoğunlaştırılması kararına götürdü. 1992 Parti Kongresi'nde, iktidarın tüm manivelaları Jiang Zemin’in elindeydi. Devlet başkanı, Parti genel sekreteri ve askeri komisyon başkanıydı.

Yine de bu güç yoğunlaşması büyük ölçüde resmiydi ve fakat tamamen gerçek değildi. Çünkü güç hâlâ Parti ve hükümetin karar alma süreci üzerinde esaslı bir etkiye sahip olabilecek yaşlı parti üyeleri arasında dağıtılıyordu. Bu arada, Partinin ülkenin nihai liderliğindeki üstün rolüyle çeliştiği için, Partiyi yasa altına alma baskısı hiçbir zaman tam olarak işe yaramadı. Partiyi hukukun üstünlüğüne tabi kılma fikriyle bağdaştırmak zordu.

Bir an için, Jiang Zemin herkesten daha büyük bir güce sahip olmayı başardı. Deng Xiaoping'in 1997'deki ölümünden sonra, Parti'nin tartışmasız en önemli lideriydi. Yine de karar verme süreci belirsizliğini koruyordu. Parti’nin 1997'de koyduğu kurallar nedeniyle, Jiang Zemin'in 2002'de emekli olması gerekiyordu; ancak bu kurallara aykırı bir şekilde resmi olarak 2004 yılına kadar iktidarda kaldı. O yıldan sonra da fiili olarak nüfuz ve otoritesini sürdürdü.

2004’te Hu Jintao yönetimi devraldı. Hu, resmi olarak partinin, devletin ve ordunun başı olmasına rağmen, Jiang ve emekli liderlerin farklı itme ve çekmeleriyle, ayrıca Politbüro üyeleri ve Politbüro Daimi Komitesinden gelen itme ve çekmelerle hokkabazlık yapmak zorunda kaldı.

Karar verme süreci eskisinden daha kaotik, karışık ve düzensiz hale geldi. Ülkenin servetini yağmalayan yolsuzluk ve vurgunculuk için eskisinden daha fazla boşluklar bıraktı. Sürece, muazzam bir ekonomik büyüme eşlik etti. Hem de benzeri görülmemiş bir zenginlik, büyüyen sosyal eşitsizlik, artan iç borç ve parti/devlet örgütlenmesindeki geniş kaos pahasına. 

Bu durum, sıradan insanlar için yolsuzluk olgusunu üretti. Küçük ve üst düzey yetkililer, özel veya kamu şirketlerine sunulan iyilikler karşılığında büyük miktarlarda paralar aldı. Yolsuzluk, çok daha derin bir sorunun yalnızca yüzeysel bir işaretiydi: Çin'de karar alma sürecindeki derin aksaklık ve dağınıklık.

İnsan nasıl karar verebilir? Fikirler aşağıdan ve yukarıdan gelir, bulgular yandan gelir ve her şey tam bir kargaşaydı. Komünist Parti’nin Chongqing’deki eski parti başkanı Bo Xilai ve parti genel ofisi eski başkanı Ling Jihua, kıdemli liderlerin çok üst düzeyde yani Politbüro düzeyinde kurallara uymadığını gösterdi.

Durum, düzene sokmak şöyle dursun, dağınık ve anlaşılması zordu. Bir taraftan Parti kendisini kural ve düzenlemelere tabi kılıyordu. Ancak diğer taraftan kıdemli liderler, kişisel güç peşinde koşmak adına tüm yasaları çiğniyorlardı. Bu durum Partiyi ve ülkeyi parçalıyordu. Devlet çökerse, iş fırsatları da olmazdı. Ganimetleri yağmalayan korsanlar için bir zaman olurdu.

Xi Jinping, arka plandaki bu çetrefilli durumla iktidara geldi. Ülkedeki bu duruma verdiği yanıt, kanımca doğru bir şekilde, gücü kendi ellerinde toplamak; ülkede doğrudan, açık bir iletişim ve karar verme hatları oluşturmak; durumun karıştığı ve tamamen kontrolden çıktığı yerlere duvarlar ve sınırlar getirmek oldu.

Belki de Mao döneminden ve ÇHC'nin kuruluşundan daha da kötüsü, Xi Jinping için net emsaller ve kullanılabilecek açık örnekler yoktu. Görünüşe göre imparatorluk geçmişinde biraz ilham bulmaya çalıştı. Ancak imparatorluk tarihinde sadece bir örnek, bir ilham olduğunu ve bunun da yeni Çin'de kullanılabilecek bir şey olmadığını çok iyi biliyordu. Kendisinin ve kadrolarının bildiği diğer hazır araç, eski komünist, Sovyet dönemi parti örgütüydü. Sonuçta Xi’nin önünde biri emperyal imparatorluk kültürü, diğeri Sovyet tecrübesi olmak üzere Çin'de iktidarı sağlamlaştırmak ve yeniden düzenlemek için iki seçenek bulunuyordu. Her iki seçenekte de demokratik kurumlar yoktu, gelenek ve düşünce de yoktu. 

Xi Jinping, MÖ 7. veya 8. yüzyılda Zhou hanedanının düşüşünden bu yana Çin'in muhtemelen görmediği sorunlarla karşı karşıyaydı: Eski bir "emperyal" düzenin düşüşü ve yüzlerce bağımsız devletin doğuşu ve kuruluşu. Ve bu devletlerden her biri kendi geleneğine ve hiyerarşisine sahip çıkıyordu.


7 Mayıs 2023’te Settimana News’de “Xi Jinping’s de-structuring power” başlığıyla yayınlanan yazının ilk bölümünü sunuyoruz. Çeviride kısaltma ve editoryal düzenleme yapılmıştır. 

FRANCESCO SISCI

Sinolog, Çin Redmin Üniversitesi'nde kıdemli uzman.