×
ÇİN

ANALİZ

Çin-ABD Rekabeti, Covax ve Küresel Sivil Toplum

Küresel sivil toplumun dinamizmine yani yeni bir tür küresel dayanışmaya ihtiyaç bu kadar açık seçik ortadayken ulus-devletlerin popülist ve pragmatist politikalarına karşı hangi çözüm önerileri gündeme getirilebilir?
ÇİN VE ABD ARASINDAKİ ilişkilerin Biden dönemindeki mahiyeti hala soru işaretleri ile doluyken geçtiğimiz haftalarda yeni bir tartışma daha başladı. Bu sefer geleneksel sorunlar değil Kovid-19 salgını ile ortaya çıkan yeni rekabet alanları ile ilgiliydi. ABD başkanı Biden’ın henüz atadığı ticaret temsilcisi Katherine Tai Mayıs ayının başında “zaman alsa da ABD’nin Kovid-19 aşılarının küresel tedarik sürecini hızlandırmak için patent haklarının kaldırılmasını destekleyeceğini ifade etti.” Bu sürpriz açıklamanın ardından başta aşı üreten şirketler olmak üzere devletler ve STK’lar da görüşlerini açıklamaya başladı. Bu açıklamalardan biri de Çin’den geldi. Çin de Kovid-19 ile mücadele kapsamındaki aşıların patentlerinin fikri mülkiyet hakları anlaşmasının dışına çıkaracak bir planı destekleyeceğini açıkladı. Aslında görünüşte bir tartışmadan ziyade uzlaşı havası vardı. 

Bu açıklamalar çok geç ve yetersiz açıklamalar olarak kayda geçti. Zira Hindistan ve Güney Afrika gibi bir bakıma küresel güneyi temsil eden ülkelerin geçen seneden beri TRIPS (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması) ile ilgili yeniden düzenleme çağrıları karşılıksız kalmıştı. Bugün neden patent haklarını ve Kovid-19 aşılarının küresel tedarik sorunlarını yeniden konuşuyoruz? Patent haklarının kaldırılması meselesi aslında çok açık bir şekilde küresel mülkiyet rejimini de tartışmaya açmak anlamına geliyor. Peki, küresel siyasi sistem içinde liberal değerlerin savunucusu olan bir ülkeden mülkiyet rejiminde en azından bir taviz anlamına gelecek bir açıklama neden geldi? Çin tarzı sosyalizmin yılmaz savunucusu Çin Halk Cumhuriyeti, kapitalizmin ana varsayımlarından (mülkiyet hakları) birine vurulacak bu büyük darbeyi neden kendi çıkarlarına göre yorumluyor?

Aslında bu iki sorunun da kısa cevabı, günümüz dünyasında büyük güç rekabetinin ana ekseninin vahşi bir popülizm ve pragmatizm etrafında dönmesidir. Ne ABD’nin ne Çin’in ne de diğer büyük güçlerin küresel eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı ilkeli ve tutarlı politikalar ürettiklerini iddia edebilmek mümkün. Aksine ülkeler örtmeye çalışsa da kendi çıkarlarını önceledikleri yöntemlerle küresel sorunlarla mücadele etmeleri başarısızlığa mahkumdur. Peki, gerçekten sorunun kaynağı nerede? Küresel eşitsizlikleri, zengin ve fakir ülkeler arasındaki farkları, güney-kuzey uçurumunu derinleştiren Kovid-19 salgınının önlenmesi konusunda ulus-devletlere ne kadar güvenebiliriz? Küresel sivil toplumun dinamizmine yani yeni bir tür küresel dayanışmaya ihtiyaç bu kadar açık seçik ortadayken ulus-devletlerin popülist ve pragmatist politikalarına karşı hangi çözüm önerileri gündeme getirilebilir?

Liberal piyasa düzeninin kalesi olarak uluslararası mülkiyet hakları ve TRIPS 

Patent hakları en geniş anlamı ile fikri mülkiyet haklarının bir türüdür. Bu çerçevede Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) anlaşmasına 1995 yılında fikri mülkiyet haklarını düzenleyen TRIPS (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması) eklenmiştir. Bu anlaşma patent sahibine patente hak kazanan ürünün bütün kullanım haklarını verir. Birçok ülkede patent hakları özel hukukun bir konusudur. Patent haklarının ihlali, mülkiyet haklarının ihlali gibi ele alınır. Patent hakkı her ne kadar ekonomik bir içeriğe sahipse de aslında genel mülkiyet rejimi ile kolaylıkla ilişkilendirilebilir. Yani patent hakkı bir yandan patent sahibine piyasada rekabetçi bir avantaj sağlarken diğer yandan patentin izinsiz kullanımı veya çalınmasına karşı patent sahibini korur. Aslında patent veya fikri mülkiyet hakları ile ilgili yapılacak böyle bir açıklamanın oldukça sorunsuz, özgürlükçü ve eşitlikçi olduğu varsayılabilir. Ancak konu kamusal fayda, güvenlik ve çıkarlara geldiğinde liberal mülkiyet rejiminin küresel ya da bütün insanlara dair sorunlara çözüm üretemeyeceği açıktır. 

Liberal mülkiyet rejiminin bu yüklerinden kurtulmak ve küresel sorunlara ortak çözümler üretmek amacıyla açlık, yoksulluk, doğal afet ve salgın gibi sorunlarla baş edemeyen ülkelere uluslararası kurumların desteği çok önemli. Bu çerçevede Kovid-19’un özellikle küresel güney ülkeleri üzerindeki etkilerini hafifletmek amacıyla başta Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) olmak üzere birçok kurum ve kuruluş ortak çözüm önerileri oluşturmaya başladı.

Pandemi ilan edildikten yaklaşık bir yıl sonra ilk aşılar DSÖ tarafından acil kullanım şartı ile onaylanmaya başladı. 31 Aralık 2020’de the Pfizer/BioNTech, 15 Şubat 2021’de AstraZeneca/Oxford ve 12 Mart’ta da Janssen (Johnson & Johnson) tarafından üretilen Ad26.COV2.S aşıları acil kullanım onayı aldı. 7 Mayıs 2021’de ise Beijing Bio-Institute of Biological Products şirketi tarafından üretilen Sinopharm ve ardından da Sinovac acil kullanım onayı aldı. 

Bir yandan DSÖ pandemi ve aşı üzerindeki otoritesini sağlamaya çalışırken diğer yandan şirketler ve devletler arasında yapılan ikili anlaşmalarla aşıların zengin ülkeler tarafından neredeyse tamamen satın alındığı bir süreç yaşandı. “Aşı savaşları” olarak küresel gündemi meşgul eden bu süreçte bir yandan aşının hiç ulaşmadığı 130 ülkede yaşayan 2,5 milyar insan diğer tarafta da toplam aşıların %75’ini kapatan 10 ülke vardı. Kanada, ABD ve İngiltere gibi ülkelerden gelen “olumlu” haberler aslında bu ülkelerin kendi başlarının çaresine bakan zengin ülkeler olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Avrupa Birliği (AB) Pfizer/BioNTech ile yaptığı anlaşma ile toplam Avrupa nüfusunu birkaç kez tamamen aşılamayı garanti altına alacak anlaşma imzaladığını duyuruyordu. Çin ve Rusya, iki aşı üreticisi ülke olarak, “aşı propagandası” savaşına girmişlerdi. Çin medyasında her gün Çin’in kaç tane ülkeye ne kadar aşı hibe ettiği, hangi ülkelerle ortak aşı üretimi başladığı haberleri yayınlanırken Sinovac’ın Türkiye’ye vaad ettiği aşıları neden vermediği sorusu Uygur sorunu üzerindeki şüphelerle birlikte rafa kalkıyordu.

Hasılı kelam kimsenin masum olmadığı ancak mağdurun apaçık ortada olduğu bir küresel salgının tam ortasında olumlu birkaç gelişme, devletlerin popülist ve pragmatist çıkarlarını, şirketlerin ise kapitalist kar hırslarını sınırlandırma imkanı ortaya çıkardı. COVAX’ın, yani küresel salgınla küresel mücadele yönteminin başarı ya da başarısızlık hikayesi küresel toplumun vicdanının devlet ve şirket çıkarlarına galebe çalıp çalamayacağını da ortaya çıkarabilir.

Çin ve ABD arasındaki rekabetin aşı savaşlarına dönme riski ve COVAX

Kısa bir tanımına bakacak olursak “COVAX, Kovid-19 ile ilgili tanı, tedavi, ilaç ve aşı seçeneklerinin tamamının tüm dünyada ulaşılabilir olmasını amaçlayan bir iş birliği programı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) şemsiyesinde kurulan COVAX’ın yürütücülüğünü İsviçre merkezli Küresel Aşı İttifakı İnisiyatifi  (Global Alliance for Vaccines and Immunization GAVI) ile CEPI (Coalition for Epidemic Preparedness Innovations) DSÖ ile birlikte üstleniyor.” Covax programı düşük ve orta gelire sahip ülkelerin Kovid 19 testleri, terapileri ve aşılarına ulaşması için uluslararası kaynakları koordine diyor. Ancak henüz Covax hedefine ulaşmış değil. Planlanandan çok daha az miktarda kaynak toplanmış durumda. DSÖ 2021 yılının sonuna kadar 2 milyar doz aşının Covax kapsamında üretilip dağıtılmasını planladı ancak henüz bu hedeflere ulaşamadı.

Her ne kadar DSÖ meseleleri alttan alıp koordinasyona odaklansa da Covax ile hedeflenen sayının çok altında kalınmasının asıl sebebi ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkar alanlarının kesişmesi. Sadece ABD ve Çin örneklerini karşılaştırmak bile temel meselelerin ne kadar görünür hale geldiğini ortaya çıkartıyor. DSÖ Covax gündemini 2020 yılının Nisan ayında açıkladıktan sonra Trump yönetimindeki ABD, DSÖ’yü eleştirmekle meşguldü. Hatta Eylül ayında Trump yönetimi DSÖ’yü suçlayarak aşının üretimi ve dağıtımı çalışmalarındaki küresel iş birliklerine katılmayacağını açıkladı. Aşı’yı en çok konuştuğumuz ve birçok ülkenin ikinci zirveyi yaşadıkları bir dönemde Çin de henüz DSÖ girişimlerine destek vermiyordu. Ancak, Çin, Trump yönetiminin sert çıkışının ardından Covax girişiminin bir parçası oldu. Yani dünyanın en büyük iki ekonomisi salgın bir yılını doldurmak üzereyken bile küresel bir iş birliğini ikili sorunlarına kurban ediyordu.

Biden yönetimi ise 2021 yılının Nisan ayında kongre ve hükümetin birlikte aldığı kararla Covax’a önemli miktarda katkıda bulundu ve böylece ABD, Covax’ın en büyük donörlerinden biri oldu. Bu arada Çin medyasında ise Çin aşılarının Kuşak ve Yol Girişimi ile irtibatından Çin ile iyi ilişkileri olan devletlere nasıl daha fazla aşı dağıtıldığına dair haberler çıkıyordu. Bu “aşı diplomasisi”nin son örneği ise ABD’nin Tayvan’a yaptığı aşı yardımı oldu. Uluslararası medyaya yansıyan birçok haberde ABD’nin Tayvan’a aşı sevkiyatının asıl sebebinin küresel çip piyasasını en önemli aktörü olan Tayvan’dan gelecek çipleri garanti altına almak olduğu belirtildi. Çin’in Tayvan hassasiyeti yeniden yükseldi ve devletler yine kısır çıkar kavgasına geri dönmüş oldu.  

Eğer ülkeler küresel sorunları değil de kendi çıkarlarını önemsemeye devam ederlerse “aşı rekabeti” muhtemelen şiddetlenerek “aşı savaşı” olarak karşımıza yeniden çıkacak ve bir müddet daha küresel gündemi meşgul etmeye devam edecek. Ne yazık ki büyük güçler arasındaki rekabetin niteliği düşük ve orta gelirli ülkelerin kaderini belirlemeye devam edecek.

Küresel sorunları devlet merkezli çözüm önerileri ile ele almanın maliyeti her geçen gün ciddi seviyelere ulaşıyor. ABD’nin Tayvan hamlesi gibi Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi ve Uygur sorunu vurgusu, küresel sorunların değil ülkelerin çıkarlarının ön planda olduğunu gösteriyor. Bu sebeple dünyanın acilen ulus devletlerin kısır çıkarları, jeopolitik gerilim alanları, popülist ve pragmatist politikalarına karşı yeni girişimler ortaya koyması gerekiyor. Covax her ne kadar tam anlamı ile devlet ve sermayeden tam bağımsız hareket edemese de önemli bir fırsat olarak okunabilir. Ancak yetmez. Küresel sivil toplumun uzun yıllardan bu yana devlet ve sermayeye karşı kaybettiği inisiyatifi geri kazanması için bu krizler bir fırsata dönüştürülmelidir.

KADİR TEMİZ

2006 yılında Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Siyaset Çalışmaları yüksek lisans programına başladı. 2010 yılında “Konfüçyanizm ve Alternatif Haklar Teorisi” başlıklı tezi ile yüksek lisans derecesi aldı. 2017 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde “The Rise of China and the Middle East: Chinese Foreign Policy Towards Iran, Israel and Turkey, 2001- 2011. [Çin’in Yükselişi ve Ortadoğu: Çin’in İran, İsrail ve Türkiye’ye Yönelik Dış Politikası, 2001-2011]” başlıklı tezi ile doktora derecesi aldı. Çin Hükümet Bursu kapsamında Çin Halk Cumhuriyeti Peking Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü ve Şanghay Yabancı Diller Üniversitesi'nin Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde araştırmacı olarak bulundu. 2018 ve 2020 yıllları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalıştı. Boğaziçi Üniversitesi Asya Çalışmaları Merkezi’nde araştırmalarına devam etmektedir. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde Çin Dış Politikası ve Uluslararası İlişkileri, Doğu Asya Siyaseti ve Çin’in Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri gibi konularda ders vermektedir.