×
ABD

ANALİZ

Amerikan Devletinin Sınıfsal ve Irksal Temelleri: ABD Sosyal Demokrasiye Geçebilir mi?

Liberal demokrasinin kendi evinde dahil olmak üzere tüm dünyada geriliyor gibi göründüğü bir anda, Birleşik Devletler en azından 1930'lardan bu yana ilk kez hükümet aktivizminde en radikal deneyi başlatmanın eşiğinde.
ABD BAŞKANI Joe Biden, Kongre'nin ortak oturumundan önce yaptığı konuşmada, Amerika'nın Avrupalı partnerlerinin çoğunun uzun zamandır kabul ettiği türden bir sosyal demokrasiyi savundu.

Kongre’de Cumhuriyetçilerin birleşik muhalefeti, onun bu hayalini gerçekleştirmesini engelleyebilir. Ancak Biden, ismi basit fakat kapsamı geniş Amerikan Aileleri Planı'nı tanıtarak iki büyük soruyu gündeme taşıdı: Amerika bu konuda şimdiye dek neden bu kadar “istisnai” bir konum sergiledi ve uzun yıllar düşünülemez olan şeyin son derece mümkün hale gelmesi için şimdi ne değişti?

İlk olarak, biraz isimlendirme netliği. “Sosyal demokrasi”, “demokratik sosyalizm” değildir; her ne kadar ikincisinin sözde savunucuları, gerçekten birincisini istiyor gibi görünse de. Demokratik sosyalizm (ekonomik kaynakların kamu mülkiyeti veya etkin kontrolü), insani görünümlü bir sosyalizmdir. Sosyal demokrasi, piyasaların gelişmesine izin verir, ancak Amerikan Aileler Planı'nda vaat edilen “ücretsiz genel eğitim, çocuk desteği, aile - sağlık izni ve sağlık imkanlarına erişim” gibi sosyal hizmet türlerini finanse etmek için vergi ve harcama politikalarını kullanır. Plan, bu hizmetlerin çoğunu Kuzey Avrupa'nın çoğunda kullanılan doğrudan sübvansiyonlar yerine vergi kredileri yoluyla temin etmeyi hedefliyor. Bu, sosyal demokrat formülde belirgin bir Amerikan kıvrımıdır.

ABD neden sosyal demokrasiden yoksun?
 
Bu konuda tarihçi Charles Beard döneminden ilerici düşünürler, ABD plütokrasisinin, ayrıcalıklarını korumak ve ülkedeki reform çabalarını engellemek için ulusal siyaset üzerindeki hakimiyetini kullandığını savundu. Ekonomist Thomas Frank, yakın tarihli popülizm tarihi çalışması The People, No’da 19. yüzyılın sonlarında popülist isyanı ezen aynı sermaye sınıfının, Franklin D. Roosevelt'in New Deal reformlarını da sınırladığını ve 20. yüzyılın sonlarında Demokrat Parti'yi, sınırlı hükümet ve piyasa hegemonyasını kucaklayan Üçüncü Yol'un sığlıklarına yönlendiğini iddia ediyor.

Daha yakın zamanlarda, soldaki düşünürler, Amerikan istisnasını sınıftan çok ırka bağladılar. Politika analisti Heather McGhee, The Sum of Us'ta, yoksul beyaz insanları sosyal mallardan mahrum etmeye iten sıfır toplamlı bir paradigmanın işleyişini anlatıyor: Aksi halde bu mallar siyah insanlara da fayda sağlar ve böylece beyazları en üstte tutan ırksal hiyerarşiyi tehdit eder. McGhee, Amerika’nın düşük vergi oranlarını beyaz ırkçılığa dayandıran bir çalışmaya işaret ediyor ve şu sonuca varıyor: Amerikan siyasetinde ırk sorunu olmasa ABD'deki maliye politikası, Kuzey Avrupa'daki maliye politikalarına oldukça benzeyecektir.”

Yakın tarih, her iki hipotezi de doğruluyor. Başkan Lyndon Johnson'ın yoksulluğa karşı savaşının ardından, muhafazakarlar ve özellikle Ronald Reagan, hükümet harcamaları ile (Reagan'ın “refah kraliçeleri” olarak adlandırdığı) yoksul siyah insanlara yardım arasındaki ayrımı bulanıklaştıran bir sihirbazlık numarasını mükemmelleştirdi. Devlet, yoksul siyahlar için iyiyse, beyazlar için kötüydü. Hatta belki yoksul beyazlar için bile. Sınıf teorisi de aynı derecede ikna edici görünüyor. Bu konuda, özü itibariyle zengin olan Koch kardeşlerin “sınırlı hükümet” davasına akıttığı on milyonlarca doları düşünmek yeterli.

Bu açıklamaların her ikisinin de eksikliği, insanların kendi çıkarlarına uymayan düşünceleri benimsemeyecekleri varsayımından hareket etmesidir. Dolayısıyla Amerikalılar sosyal demokrasiye karşıtlık konusunda kandırıldılar. Walter Weyl ve Herbert Croly (sırasıyla The New Democracy ve The Promise of American Life kitaplarının yazarları) gibi ilericiler de dahil olmak üzere önceki nesil düşünürler, “aktivist devlet” fikrine karşı Amerikan direnişinin izlerini, ABD ekonomisindeki büyük değişikliklere rağmen (kısmen şirketlerin gücü sayesinde) devam eden Jeffersoncu bireysel özerklik geleneğine kadar takip etti. Sınırlı devlet, Amerikalıların en derin değerleriyle tecessüm etmişti.

Bu açıdan aslında Amerika Birleşik Devletleri her zaman Avrupa'dan farklı olmuştur. Bir grup Harvard’lı ekonomist, Amerika Birleşik Devletleri'nin neden Avrupa tarzı bir refah devletine sahip olmadığını araştırdıkları 2001 tarihli bir makalede, sosyal harcamalardaki uçurumun izini, 1870 dolaylarında refah devletinin doğuşuna kadar sürdü. Yalnızca Büyük Buhran felaketi, Amerikalıları büyük ölçekli bir devlet müdahalesi ihtiyacını kabul etmeye zorladı. O zaman bile Avrupa ile aradaki uçurum hayli derin kaldı. (Sonuç itibariyle yazarlar, McGhee'nin öne sürdüğü argümanda buluşuyor: " Amerika'nın sorunlu ırk ilişkileri, açıkça Amerikan refah devletinin yokluğunun başlıca nedenidir.”)

Amerika istisnasının son unsuru başarıdır. New Deal'in ortaya çıkardığı reform enerjisinin, Harry Truman'ın Fair Deal programını mahveden II. Dünya Savaşı'ndan sonra sönmesinin başlıca nedenlerinden biri, Amerikalıların kendi başlarına gayet iyi durumda olduklarını hissetmeleridir. Saatlik imalat ücretleri 1940 ile 1960 arasında üç katına çıktı. (Kısmen yüksek marjinal vergiler sayesinde) eşitsizlik azaldı. Kıt kaynakların tahsisi ile uğraşan ekonomik teoriler, John Kenneth Galbraith'in 1958 tarihli The Affluent Society adlı kitabında “refah çağı” olarak adlandırdığı dönemde cazibesini yitirdi.

Kısacası, sosyal demokrasiye karşı Amerikan direnişi ulusal kültüre, ekonomiye, ırk ve sınıf sistemlerine işlendi. Peki, sonra bu güçlü temelleri zayıflatan ne oldu?

Zayıflayan temeller

Siyah insanlara yönelik sistemik polis istismarı ve yoksulların, özellikle de siyahların salgın sırasında yaşadığı korkunç ızdıraplara ilişkin doğal ifşaatlar, sıfır toplam paradigmasının altını oydu. Ama ne kadar? Ülkenin yarısı tekrar Donald Trump'a oy verdi. Diğer yandan Biden, ırk temelli ekonomik planlardan dikkatle kaçındı ve bu nedenle programlarında yalnızca fakirleri hedef aldı. Böylece aslında orta sınıf hayırseverleri, refah devletinin fakir ve siyah yararlanıcılarına karşı konumlandıran Başkan Johnson'ın Büyük Toplum programının trajik kusurundan kaçınmış oldu.

Bir zamanlar monolitik bir yapıya sahip olan sınıfın parçalanmış olduğuna dair de sevindirici kanıtlar mevcut. Vergilerini düşük tutmak için hoş olmayan yöntemlere başvuran ve Trump'a oy veren milyarderler arasında, daha fazla devlet hizmeti sunmak için daha yüksek vergi talebinde bulunan bir Warren Buffett veya Bill Gates var. Fakat plütokrasinin çözülen yapısı, başka bir şeyin bağımlı değişkeni gibi duruyor: İnanç alanında yatan bir şeyin. [Serbest piyasaya duyulan inancın.] 

Serbest piyasa kazı, yaklaşık 45 yıl önce, gelir artışı durduğunda, orta sınıf için altın yumurtlamayı bıraktı. Bu ekonomik gerçekliğin inanç düzeyinde değişiklikler üretmeye başlaması tam bir nesil aldı. 1990'ların teknoloji patlaması bu hesaplaşma anını daha da geciktirdi. Ekonomik liberteryenizm, yeniden seçilen Başkan George W. Bush, sıradan Amerikalıların emeklilik paralarıyla piyasada oynamalarına izin vererek Sosyal Güvenliğin kısmen özelleştirilmesini teklif ettiğinde duvara çarpmaya başladı. Bu, Newt Gingrich liderliğindeki serbest piyasa tutkunlarının geçmeyi beklediği Rubicon'du. Ve plan suya düştü. Güvenlik ile piyasanın sözde özgürlüğü arasında seçim yapması istendiğinde, sıradan Amerikalılar güvenliği seçti.

Trump bunu en azından sezgisel olarak anladı. 2016'da Cumhuriyetçi adaylar arasında tek başına hem ekonomik hem de sosyal durumlarının kırılganlığından giderek daha fazla endişe duyan Amerikan halkına özgürlükten ziyade güvenliği teklif etti. Trump, Amerikalıları piyasa güçlerinden olduğu kadar göçmenlerden ve teröristlerden de koruyacağına, Sosyal Güvenlik ve Medicare'i koruyacağına ve Wall Street'teki kötü niyetli kişilerden hesap soracağına söz verdi. Bu haklara asla dokunmadı ve pandeminin ekonomideki kötü sonuçlarını önlemek için büyük devlet harcamalarını çabucak kabul etti. Ama çoğu Amerikalıyı, yönetime geldiğinde bulduğundan çok daha az güvende bıraktı.

Donald Trump'ın muazzam popülaritesi, Amerika Birleşik Devletleri'nin ırk şeytanlarını kontrol edemediğinin ve üst sınıfı evcilleştiremediğinin kanıtıdır. Yine de hiçbiri, soldaki eleştirmenlerin tasavvur ettiği gibi, daha adil bir toplum için aşılmaz bir engel oluşturmadı. “Reagan çeviricisi” çalışmayı durdurdu. Amerikalılar artık “bizi” kendi kendine yeterli olarak görmüyor, sadece “onları” muhtaç olarak görüyor. Uzun süredir devam eden güvencesizlik ve COVID-19 krizinin birleşimi nedeniyle herkes gerçek bir talihsizlikten zarar görüyor. Bir zamanlar Amerikan Tabipler Birliği'nin doktorları nesli tükenen küçük işletme sahipleri gibi göstererek Medicare'den uzaklaşmasına ya da muhafazakarların sübvansiyonlu çocuk bakımını “İsveç tarzı sosyalizm” olarak alaya almasına izin veren neo-Jeffersoncu ideoloji, tam ve belki de kalıcı olarak geri çekilmektedir. Yakın tarihli bir ankette, katılımcıların üçte ikisi Biden'ın hem fiziksel altyapı hem de sosyal harcamalar konusundaki şaşırtıcı derecede cesur planlarını onayladı. Önerdiği şeyin yakınlarından bile geçse Amerikan istisnası sonunda sona erecek.

Elbette gelecekte Cumhuriyetçi bir Kongre ve Cumhuriyetçi bir başkan, Demokratik Kongre ve Başkanın yaptıklarını geri alabilir. Amerika Birleşik Devletleri, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupalıların bir refah devleti kurmasını mümkün kılan türden bir toplumsal mutabakattan çok uzakta. Ancak evrensel sosyal yardımlar oldukça yapışkan bir nitelik kazanıyor. Dwight Eisenhower, Sosyal Güvenliği geri almak için hiçbir girişimde bulunmadı; Ronald Reagan bile ellerini Medicare'den uzak tuttu. İnsanlar hayatın sarsıntılarına karşı bu yastıklara çok düşkün.

Liberal demokrasinin kendi evinde de dahil olmak üzere tüm dünyada geriliyor gibi göründüğü bir anda, Birleşik Devletler’in en azından 1930'lardan bu yana ilk kez hükümet aktivizminde en radikal deneyi başlatmanın eşiğinde olduğunu düşünmek çok tuhaf. Ama çelişkili değil. O zaman olduğu gibi şimdi de ekonomik başarısızlık, dünya demokrasilerini, vatandaşlarının arzuladığı güvenlik ve refahı sağlayabileceklerini kanıtlamaya zorladı. Belki böyle düşünmek tehlikeli olsa da en derin umutlarımız bu şekilde gerçekleşecek.

Bu yazı, Foreign Policy’de 5 Mayıs 2021 tarihinde, “America is Becoming a Social Democracy” başlığıyla yayımlanmıştır. Çeviride editoryal düzenleme yapılmıştır.