×
ABD

ANALİZ

ABD Siyasetinde Kutuplaşma: Ilımlı Seçmen Tezinin Çöküşü mü?

Bugün ABD siyaseti, Cumhuriyetçilerin daha fazla sağa ve Demokratların daha da sola doğru hareket ettiği derin kutuplaşma ile karakterize ediliyor. Bu değişim, iki partili rekabetin ılımlı bir siyaset ürettiği tezini aşındırıyor.
SİYASETİN KATI YASALARI olmasa da Amerika Birleşik Devletleri'nde iki temel eğilim ("görevdeki partiye karşı ara dönem tepkisi" ve "enflasyon ve işsizliğin olumsuz seçim etkileri") sanki birer siyasi yasaya dönüşüyor gibi. Bu noktada ABD Başkanı Joe Biden ve Demokratların, 2022 ara seçimlerinde büyük bir bozguna uğraması şaşırtıcı olmayacak.

Öte taraftan, ABD siyasetinde uzun zamandır kabul edilen bir siyasi gerçeklik değişiyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki on yıllar boyunca, çoğunlukçu bir sistem içinde iki partili rekabetin yumuşatıcı bir etkisi olduğu düşünülüyordu. Önce ekonomist Duncan Black ve daha sonra siyaset bilimci Anthony Downs tarafından önerilen ünlü “medyan (ortanca) seçmen teorisi”ne göre, eğer bir parti merkezden çok uzaklaşırsa, bunun bedelini sandıkta ödeyecekti.

Downs'un gözlemi, yalnızca teorik zarafeti nedeniyle değil, aynı zamanda bir süredir ABD siyaset sistemini açıklıyor göründüğü için de güçlüydü. Down’un gözlemine göre Amerikan siyasetinde partiler pek çok konuda ılımlı bir “liberal mutabakat” sağlayacak kadar birbirlerine yakınlaşmışlardı. Bazı eleştirmenler bunu “demokrasinin başarısızlığı” olarak görürken diğerleri bunu bir hata değil, sistemin bir özelliği olarak gördü.

Yine de medyan seçmen teorisinin en parlak döneminde bile çatlaklar belirgindi. Ilımlı politikalar, ılımlı adaylar gerektirir, ancak ön seçimler, adayların önce parti tabanındaki en hareketli ve kararlı olan seçmenleri kazanmasını gerektirir. Bu nedenle Cumhuriyetçiler, 1964 başkanlık seçimlerinde, görüşleri ana akımın çok sağında olmasına rağmen, Barry Goldwater'ı aday gösterdiler; daha sonra Demokratlar 1972'de sol eğilimli George McGovern'ı aday gösterdiler. Her ikisi de seçimleri kaybetti, ancak onların adaylıkları, ABD siyasetinde gelecekte yaşanacak dönüşüm açısından önemli ipuçları taşıyordu.

Daha yakın tarihli gelişmeler, medyan seçmen teorisinin artık Amerikan siyaseti üzerindeki satın alma gücünün zayıfladığını gösteriyor. Eğer hâlâ geçerli olsaydı, dar bir farkla seçilen politikacıların iktidarda ılımlı konumlarını sürdürmeye devam ettiklerini görürdük. Ancak ekonomistler David Lee, Enrico Moretti ve Matthew Butler tarafından yapılan araştırmalar, oldukça farklı bir şeyin olduğunu gösteriyor. Kongre’de dar bir farkla seçilen Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, diğer tüm Cumhuriyetçiler ve Demokratlar gibi, hiçbir ılımlılık belirtisi göstermeden oy kullanmaya devam ediyor.

Medyan seçmen teorisi, seçmenlerin politika platformlarına bağlı olarak adaylar arasında "akıcı" geçişler yaptığını varsayar. Ancak gerçek dünyada, seçmenler kararlarını diğer faktörlerin bir karışımına dayandırma eğilimindedir. Hangi aday daha güvenilir, yetkin ve özgün görünüyor? Ulusal bir acil durum esnasında kimin sorumlu olmasını isterim? Kiminle bir şeyler içmek isterdim? Ve parti sadakati birçok seçmen için derinden kök salmıştır.

Bu değişkenler işleri büyük ölçüde karmaşıklaştırır. Cumhuriyetçi siyasetçilerin, en aşırı seçmenlerini dinlediklerini ve platformlarını daha sağa kaydırdıklarını varsayalım. Bu senaryoda Demokratlar, kendi güvenilirliklerinden ödün vermemek kaydıyla, ortaya doğru ilerleyerek önemli bir kazanım elde edebilirler. Ancak sorun şu ki, Cumhuriyetçiler arasında varsayılan bu dinamiğin, aynı şekilde birincil seçmen tabanları kendilerini daha sola kaydırdığında, Demokratlar arasında işlemesi de muhtemel. Cumhuriyetçiler aşırılığı kucakladığında, birçok Demokrat, favori sol gündem maddelerinin peşinden gidebilecekleri ve hatta bu şekilde kazanma şanslarının olacağı sonucuna varacak.

Bun, kurumsal finansman ve (aşırılıkçı fikirlerin güçlendiği) sosyal medya balonlarının zararlı etkilerini ekleyin, bu durumda kendi kendini yöneten iki taraflı rekabetten çok farklı bir şey elde edersiniz. Bugün ABD siyaseti, Cumhuriyetçilerin daha fazla sağa ve Demokratların daha da sola doğru hareket ettiği derin kutuplaşma ile karakterize ediliyor.

“Medyan seçmen” teorisinin düşüşü elbette kötü bir haber değil. Bazen, siyasi yelpazenin ortası, doğru olmayan bir şeye ikna olabilir veya marjinal grupları önemsemeyi bırakabilir. Medyan seçmen teorisi hüküm sürdüğünde, bu tür başarısızlıklar hakkında pek bir şey yapılamaz. Ancak bunun artık geçerli olmadığı bir dünyada, aktivistler tartışmayı değiştirebilir ve her iki tarafın da uzun süredir görmezden geldiği konuları gündeme getirebilir. Örneğin işlerini ucuz ithalata veya otomasyona kaptıran mavi yakalı işçilerin kötü durumu gibi. Veya orta sınıfın düşüşü gibi. Ya da sistematik ırkçılığın geniş kapsamlı sonuçları gibi.

Bu durum, yukarıda bahsedilen, siyasetin “demir-benzeri yasaları”yla birlikte bizi nerede götürür? Her iki politik taraf da orta noktaya yakın olduğunda, makroekonomik performans veya küçük politika farklılıkları, orta vadeli büyük seçim dalgalanmalarına neden olabilir. Ancak, Cumhuriyetçilerin yaptığı gibi, bir parti, aşırılığa saplandığında ve dahası sağcı bir Yüksek Mahkeme, Amerikalıların nesiller boyu kabul ettiği hakları ortadan kaldırdığında durum oldukça farklı bir hal alır.

Bu aşırılık düzeyi, Demokratların daha geniş bir koalisyon kurması için bir fırsat yaratabilir (sonuçta Mahkeme, Amerikan halkıyla giderek artan bir şekilde çelişmektedir). Ancak bunu yapmak için, Demokratların çoğu Amerikalı için önemli olan temel sorunlar ile Cumhuriyetçi aşırılıkçılığa karşı çıkan bir gündem arasında doğru dengeyi kurması gerekir. Bu, açıkça bölücü pozisyonlardan kaçınmak anlamına gelir. Hatta – veya özellikle – medyan tutmadığında, tabanı genişletmek iyi bir politikadır.


Bu yazı Project Syndicate’te 11 Temmuz 2022 tarihinde “The Upside of Polarization?” başlığıyla yayınlandı. Kısaltılarak çevirilen metinde editoryal düzenleme yapılmıştır.