×
TÜRKİYE

ANALİZ

Boğaziçi: Üniversite Siyaset ve Ötesi

Hükümet kanadının, topluma temas eden konularda geliştirdiği “güç, yasal yetki, dış güçler ve güvenlik” temelli siyaset yaklaşımıyla bir tür “muhalefet çoğaltma siyaseti” izlediği söylenebilir.
HER ŞEY Melih Bulu’nun 2021’in ilk gününde Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanmasıyla başladı. Atamanın ardından itirazlar, protestolar, gösteriler, açıklamalar, karşı açıklamalar, kampanyalar, müdahaleler, gözaltılar ve tartışmalar birbirini izledi.

Atama en başından, Bulu'nun geçmişte AK Parti'deki siyasi faaliyetleri ve üniversiteye dışarıdan atanan bir rektör oluşu gerekçesiyle üniversite akademik kadrosu ve öğrencileri tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Üniversite bünyesindeki gösteri, protesto ve tepkilerle başlayan tartışmalar ilerleyen günlerde Türkiye siyasetinin temel gündem başlıklarından biri haline geldi. Çeşitli gösteri, eylem, gözaltı, destek, itiraz ve açıklamalar etrafında tartışmalar, iktidar-siyaset-sivil toplum alanlarının dahil olduğu çok boyutlu bir nitelik kazandı.

Atama ve sonrasında yaşananlar

Aslına bakılırsa Bulu’nun akademik kariyeri hayli güçlü ve parlaktı. ODTÜ’de lisans, Boğaziçi’nde yüksek lisans ve doktora. Sonrasında İstanbul Şehir Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı, İstinye Üniversitesi’nde kurucu rektörlük ve yine Haliç Üniversitesi’nde rektörlük görevi. Melih Bulu’nun akademik kariyerindeki ana hatlar bunlardı.

Ne var ki Bulu’nun kariyeri akademiyle sınırlı değildi. Siyasi bir kariyeri de vardı. 2002’de AK Parti Sarıyer İlçe Başkanlığı kuruculuğu; AK Parti il yönetiminde ekonomiden sorumlu İstanbul İl Başkan Yardımcılığı; 2009 yerel seçimlerinde Ataşehir Belediye Başkanlığı için, 2015 genel seçimlerinde İstanbul 1. bölge milletvekilliği için AK Parti aday adaylığı Bulu’nun siyasi kariyerinin temel başlıklarıydı.

İşte Bulu’nun kabaca son 20 yılını alan AK Parti etraflı bu siyasi kariyeri ve üstüne Cumhurbaşkanı tarafından üniversiteye rektör olarak atanması, atama sürecini akademik bir gelişme olmanın ötesinde siyasi bir tartışmaya dönüştürdü. Bu, Boğaziçi etraflı tartışmaların birinci kritik boyutuydu: Siyaset – üniversite ilişkisi ve kurumsal özerklik meselesi.

Diğer taraftan protestoların ilk günlerinde üniversite bünyesinde “mütedeyyin muhafazakar” öğrencilerin, atamayla ilgili tepki ve tutumları üzerinden, üniversite aidiyetlerini ve okulun “temel ilkelerini” özümseme düzeylerini sorgulayan ayrıştırıcı yaklaşım; ardından bu konuda kulüp ve öğrencilerden, eski mezunlardan gelen açıklamalar, Boğaziçi tartışmasının ikinci kritik boyutunu oluşturdu: Kültürel kimlikler ve özgür, özerk üniversite fikri.

Tartışmanın üçüncü boyutu daha kompleks ve kritikti. Gösteri ve protestoların ilerleyen haftalarında radikal ve terörle iltisaklı örgütlerin öne çıkması; Kabe sembolüne yönelik saygı dışı uygulama, bu uygulamaya tepki veren öğrencilerin fişlenmesi, bu öğrencilere yönelik organize bir suçlama kampanyasının oluşturulması; bazı parti il örgütlerinin protestolara desteği; ardından üniversite dışında siyasi iktidara muhalif kesimlerin davet edildiği gösterilerin düzenlenmesi; bir üniversite kulübünün rektörlük atamasının ötesinde Demirtaş, Kavala, Roboski, KHK ihraçları etrafında hükümet eleştirileri içeren açıklamaları, başka bir kulübün bu açıklamalara tepki göstermesi; öbür yandan bir fakülte dekanının gösterilere yönelik tehdit yüklü ifadeleri; diğer taraftan bütün gösteri ve protesto süreçlerine hükümet çevresinin “terör, sapkınlık, elitizm, batıcılık” söylemine dayalı yaklaşımı; en son İçişleri Bakanı’nın emekli bir rektöre yönelik açıklamaları, sonrasında rektöre destek bildirileri, ardından bildiriye destek veren bazı isimlerin 28 Şubat dönemindeki özgürlük karşıtı tutumlarına işaret eden açıklamalar… Bütün bunlar Boğaziçi tartışmasının üçüncü ve en kritik boyutunu oluşturmaktaydı: Kimliksel siyaset ve kimlikler arası çok yönlü güç mücadelesi.

Siyaset - üniversite ilişkisi: Kurumsal özerklik ve siyasetin etki alanı

Melih Bulu’nun rektör olarak atanma süreciyle başlayan Boğaziçi etraflı tartışmaların birinci kritik boyutu, Türkiye’de siyaset – üniversite ilişkisi ve kurumsal özerklik meselesiyle ilgili. Boğaziçi meselesi, öncelikle üniversite sistemimizde rektör belirleme süreçleri için uygulanan “atama modelini” tartışma gündemi haline getirdi. Özerk ve özgür üniversite ortamı için dengeli ve katılımcı bir modelin geliştirilmesine ilişkin talepler öne çıktı. Gösterilerde işlenen temel argümanlardan biri, “atanmış değil seçilmiş rektör” söylemiydi. 

Diğer taraftan kamuoyunda, söz konusu atama modeli, siyasetin üniversite kurumu üzerinde etki, nüfuz ve müdahale kabiliyetinin güçlendiğine ilişkin söylem ve iddialar için somut bir argüman olarak işaretlendi. Üniversitenin siyaset kurumu karşısında kurumsal özerkliğinin zayıfladığına dikkat çekildi. Bu bağlamda tartışmalarda öne çıkan argümanlardan biri “özgür üniversite, demokratik üniversite” söylemi oldu. 

Öbür yandan atama modeliyle patlak veren Boğaziçi meselesi, medya ve siyaset çevrelerinde, bir süredir öne sürülen “Türkiye siyasetinde gücün ve iktidarın merkezileşmesi, yürütmenin yetki alanının genişliği, iktidarın toplumsal ve kamusal alan üzerindeki gücünün artışı, iktidar alanını sınırlandırma ihtiyacı” gibi siyasi söylem ve iddiaları doğrulayan somut göstergelerden biri olarak kodlandı. Boğaziçi meselesi, yakın zamanda Şehir Üniversitesi, Anayasa Mahkemesi’ne üye atama süreci, yargı erki içerisinde hiyerarşi aksaklığı, farklı alanlardaki kayyum süreçleri gibi konulardan müteşekkil “siyasi eleştiri listesi”ne yeni eklenen somut gelişmelerden biri olarak tanımlandı. Bu noktada siyaset ve iktidar alanının kamusal ve sivil alanı tek taraflı olarak kuşatan, yönlendiren gücü vurgulandı. Gösteri ve tartışmalarda yükselen “kayyum rektör, kayyum zihniyetine hayır” söylemi bu eleştiri ve iddiaları kristalize eden temel mottolardan biri oldu. 

Hükümetin bütün bu gelişmelere ve yükselen eleştirilere, bir yandan “yasal yetki” diğer yandan “terör ve güvenlik” argümanıyla karşılık verdiğini ifade etmek mümkün. Bu çerçevede hükümet, atama süreçleriyle ilgili “yasaların kendisine verdiği yetkiyi kullandığı”, protestoların “haksız olduğu”, “terör gruplarınca yönlendirildiği”, “dış güçlerin temsilcisi olanlarca provoke edildiği, desteklendiği” yönünde bir siyasi söyleme yaslandı. 

Hükümet kanadının bu söylemiyle kendisine güvenlik, güçlü otorite, çoğunluk iradesi, devlet bekası, kültürel kimlik bağlamında destek veren sosyolojik tabanda olumlu bir karşılık bulduğu, buralarda siyasi bir haklılık ve yasal bir meşruiyet zemini oluşturduğu söylenebilir. Fakat diğer taraftan aynı söylemin, kendisini özgürlükler, hukukun üstünlüğü, sınırlı iktidar, katılımcı yönetim, evrensel değerler, toplumsal rıza gibi daha cazip söylemlere yaslayan muhalefet çevresi için toplumsal alanda normatif üstünlük, siyasal meşruiyet, etki, nüfuz ve ikna kapasitesini daha fazla genişletme imkanı sunduğu öne sürülebilir. Başka bir ifadeyle hükümet kanadının “güç, yasal yetki, dış güçler ve güvenlik” temelli siyaset yaklaşımıyla muhalefet alanının genişlemesine zemin sunduğu, bir tür “muhalefet çoğaltma siyaseti” izlediği söylenebilir.

Üniversite ve kültürel tercihler: Özgür üniversite tahayyülü

Boğaziçi etraflı tartışmaların ikinci boyutu, kültürel kimlikler ve özgür üniversite fikriyle bağlantılıdır. Boğaziçi konusu, üniversite – iktidar ilişkisi kadar, üniversite – dünya görüşü ve üniversite – kültürel kimlik meselesini de tartışma gündemine taşıdı. Gösteri sürecinde gündeme gelen “üstencilik ve dışlayıcılık” bağlamındaki tartışmalar, üniversite ortamındaki hakim dünya görüşü, normatif evren ve siyasi tercih çerçevelerinin de özgür üniversite tartışmasına dahil olduğu fikrini öne çıkardı. Dolayısıyla özerk ve özgür üniversite ortamının önündeki tek engelin siyaset ve iktidar müdahalesi olmadığı; bu konuda akademik dünyanın siyasi tercih ve normatif kabullerinin de dikkate alınması gerektiğine dikkat çekildi. Üniversite kurumunda, iktidar müdahalesi bir yana, dünya görüşü ve normatif tercihler etrafında kurum içi güç, etki, nüfuz ve rekabet ilişkilerinin yaşandığına, yaşanabildiğine işaret edildi. Bu kapsamda özerk üniversite tartışmalarında üniversitenin kendi içerisinde geliştirdiği kuşatıcı, çoğulcu, özgür öğrenim ikliminin yeterliliği de sorgulamaya dahil edildi. 

Sonuçta bu tartışma ortamı, üniversite için kurumsal özgürlük / özerklik konusunun, özgür üniversite fikrinin hangi bağlamlarda tartışılması gerektiğine ilişkin yeni boyutları gündeme getirdi. Kültürel ve kolektif tercihlerin etkili olduğu bir toplumsal atmosferde özgür, kuşatıcı, demokratik akademi ve araştırma ortamlarının, siyasi gerilimlerden ve radikal yaklaşımlardan uzak olarak nasıl güçlendirilebileceğine ilişkin yapısal bir meseleyi daha kritik hale getirdi.

Türkiye toplumu: Kolektif kimlikler, siyaset ve yönetim

Boğaziçi tartışmalarının üçüncü ve en komplike, en kritik boyutunu Türkiye’deki kimliksel siyaset ve kimlikler arası çok yönlü güç ilişkileri oluşturuyor. Gösteri ve protestoların iki aylık seyrine eşlik eden kültürel kimliklere dayalı gerilim, yaklaşım, söylem ve tartışmalar, Türkiye siyasetinde kolektif kimlikler arası çok boyutlu güç ilişkilerini bir kez daha gündeme taşıdı. Bu süreçte, kolektif kimliklere dayalı temel hassasiyetlerin, öncelik, talep, vizyon ve kavrayışların hem tarafların sorunlara yaklaşım biçimleri ve beklentileri hem de çözüme yönelik tutumları üzerinde belirleyici bir ağırlık oluşturduğunu ifade etmek mümkün. Süreç içerisinde, üst kavramlar üzerinden belli noktalarda ortak tavır geliştirebilen grupların, zamanla sorunu tanımlama, sınırlandırma, ilişkilendirme, boyutlandırma, tutum ve çözüm geliştirme evrelerinde farklı noktalara yöneldikleri ve ayrıştıkları bir tecrübe yaşandı. Dahası bu süreç, belli kolektif kimlikler arasında toplumsal ayrışma, cepheleşme ve kutuplaşma eğilimlerini artıran bir dinamiğe dönüştü. Buradan hareketle kültürel kimliklerin, toplumsal-siyasal alanda sosyal grupların ilişki ve etkileşim kurma süreçlerini büyük ölçüde yönlendirdiğini öne sürmek mümkün.

Dolayısıyla Türkiye’de siyasetin ve siyasi meselelerin, esas olarak kimliksel özellikler ve öncelikler etrafında biçimlenen sosyal gruplar arası sert ve kırılgan rekabet süreçleri etrafında şekillendiği söylenebilir. Somut, güncel ve pratik hemen her meselenin bu kimliksel fay hatları üzerinden tartışıldığı; o pratik meselenin belli noktalarda ve bir yerlerde kimliksel bir problem, gerilim, tartışma ve hesaplaşmaya; bu bağlamda bir “enkaza” dönüştüğü, dönüşme potansiyeli taşıdığı belirtilebilir. Demokrasi, özgürlükler, hukuk üstünlüğü, milli irade etraflı hemen her söylem ve yaklaşımın, geri planda belli kimliksel, siyasal ve normatif tercihler, ajandalar üzerinden içeriklendirildikleri de ifade edilebilir.

Siyasetin geleceği

Türkiye’de bu çoklu, parçalı toplum ve siyaset atmosferi içerisinde, siyasetin geleceğine ilişkin tartışmaların da söz konusu kırılgan fay hattı üzerinde biçimlendiğini ifade etmek mümkün. Bu konuda önerilen siyasi çözüm, kampanya ve reçetelerin de aynı fay hattından beslendiği; o fay hattındaki hareketliliğe bağlı bir yazgıya tabi olduğu öne sürülebilir. Dolayısıyla toplum ve siyasetin altından geçen bu kırılgan fay hattının en kestirmeden bize söylediği şey şu: Türkiye’de hem sosyal gruplar arası siyasi rekabetin hem “sivil toplum, siyaset ve iktidar alanı” arasındaki ilişkilerin hem de iktidar alanı içerisinde erkler ve resmi kurumlar arası örgünün karşılıklı etkileşime, dengelemeye açık, kuşatıcı bir yaklaşımla geliştirilmesi kritik bir önem taşıyor. Türkiye o yola girebilecek mi? İşte bunu da o kimliksel fay hatları üzerinde geliştirilecek ilişki ve etkileşimler belirleyecek. İzleyip göreceğiz.

ŞÜKRÜ MUTLU KARAKOÇ

Lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’de, yüksek lisansını İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde yaptı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasi sistemler, siyaset sosyolojisi, Türkiye siyaseti ve muhafazakar siyaset konularıyla ilgileniyor.